29 Nisan 2010 Perşembe

Hayalhane



Nisan ayını boş geçmek olmasın.. Koskoca ay sonuçta, hiç mi bir şey yazma dürtüsü yaratmadı, denmesin.. Böyle sorular sorulmasın..


Yemedim, içmedim, kendimi sinemaya adadım desem yeğdir bu ay.. Kalan vakitlerim de arkası gelmek bilmeyen iç hesaplaşmalarla geçti.. Taksim güruhuna karışmış umarsız eğlence insanı olmamak için ne kadar uğraştıysam da, ondan da kaçabilmiş sayamam kendimi.. Ama ne bileyim, size de olur mu hiç..? Ben zaman zaman özellikle de İstiklal Caddesi'nde birilerini beklerken devamlı olarak yolumdan geçen her bir insanı düşünürüm.. Acaba hayatı nasıl, ne sıkıntıları var, kimi seviyor, kimlerin yanına gidiyor..? O da benim gibi “kapalı alan sendromu” aşklar yaşıyor mu..? Belki de Stokholm..? Sonra sözünü ettiğim “umarsız eğlence insanları”nı görürüm aynı mantıkla izlerken.. Misal, siz dertlisiniz ya da yine ruhunuzla çekiştiğiniz sessiz anlarınızdan birinde, şöyle bir mekana bakıp kendini müziğe kaptırmış, dans etmekten başka hiçbir şey düşünmeyen insanları görünce şöyle bir “titreme” gelmez mi size de..? Ne bileyim, hani nasıl olur, insan böylesine delirir..? Bütün derdi, tasayı unutur..? Dans edilen mekanların ağır ağabeyi olmuşumdur zaten kendimi bildim bileli.. Ne bileyim, deliler gibi dans eden insandan korkarım ben.. Sanki böyle iki çift laf etsen "Ya bir sus, bak ne güzel dans etmek, hayat bu kadar yüzeysel" diye bir yanıt verirmiş gibi.. Ya da o dans ederken birileri alkol komasına girse, iki dakika sonra kaldığı yerden devam eder gibi.. Korkunçtur devamlı olarak dans eden insan..


Sonra kısa bir süre önce kör kütük denecek kadar sarhoş oldum.. Orhan Atasoy’un Gemiler klibini çekecek kadar ileriye gitmişim bir de.. Bu arada, "-miş", "-mış", "-muş", "-müş" soneklerinin bildiğim yabancı dillerde olmaması çok tuhafıma gitti geçen.. Yani rivayet ifadesini kolay kolay veremiyorlar mesela ecnebiler.. Örneğin, ben “Orhan Atasoy’un Gemiler klibini çekecek kadar ileriye gitmişim” dediğimde doğrudan sarhoş benliğimle normal benliğim arasına bir mesafe koyuyorum ve siz okuyuculara bir anlamda “bana bu sonradan anlatıldı” imajını kaş göz, entonasyon, mimik vb. yapmadan verebiliyorum.. Nitekim, sarhoş halimden korkar oldum bu yüzden.. Hani yılların alkol birikiminden midir nedir ne kusmak biliyorum, ne de yere düşmek.. Sonuçta kopuk kopuk bir sürü sahne kalıyor aklımda sabah uyanınca.. "Hadi canım, öyle mi demişim..?" "Seni mi aramışım..?" "Yok canım, halay mı çekmişim..?" Hayır, buraya kadar iyi hoş, herkes bu tip anlar yaşamıştır illa ki.. Ama Gemiler sahnesi iş yerinde iş arkadaşlarının önünde yapıldığında bir tür iç hesaplaşmaya giriyorsun ister istemez.. O noktada ne düşündüm, biliyor musunuz, sanki gündelik hayattaki alkol almamış ben, o dakikada orayı terk etmişim, sarhoş ben bayrağı elimden almış gibi.. Ben eve gitmişim, dişlerimi fırçalayıp yatağa uzanmış uyumuşum.. Sarhoş ben ise gece boyunca devam etmiş gibi.. Sabah böyle bir hissiyatla uyanmak çok garip.. Özetle, alkol konusunda daha ihtiyatlı olmak lazım, derim.. Ama derim sadece, zira sarhoş ben habersiz çıkageliyor zaman zaman..


İşte oradan şeytanla satranç oynayan şövalyeden (evet, doğru bildiniz, “The Seventh Seal” ) “Brothers in Arms”a kadar uzanan bir askerlik imgelemi baş gösterdi geçtiğimiz dönemde.. O sahne ne güzel sahne, o şarkı ne güzel şarkıymış.. Askerliğin yıldönümüne ithaf ediyorum bu iki hayal gücü unsurunu.. Satrancı şeytan değil ben kazandım ve "some day, I returned to my valleys and my farms.."


Evet, asıl konuma yandan yavaştan yaklaşıyorum, fark ettiyseniz.. Hep böyle yapıyorum ben.. Asıl anlatmak istediğimi sona bırakıyorum.. Sabırlı olanlar genelde benimle birlikte o son anı yaşıyor, sabırsız olanlar ise dinlemeyi bırakıyor.. Tabii, bu cümlenin ardında yatan metaforu kestirebilen siz okurlarımı da alınlarından öpüyorum.. Neyse, açıkçası yıllardan beri sabırsızlıkla beklediğim iki filmi de birini sinemada, birini evde olmak üzere izledim.. Alice In Wonderland konusunda pek fazla bir şey söylemeyeceğim, zira hakkında çok yazılıp çizildi.. Yeni ve heyecan verici değil konu olarak.. Ancak (hala konuya gelememek) yine de görselliği açısından "Tea Party" kısmını çok sevdim.. Kavramın kendisine de kısa süreli bir ilgi duydum, Fas’taki çay partilerini araştırdım, hatta ev arkadaşımla kısmen tatbik etmeye bile çalıştım..


Her neyse, beklenen konu “The Imaginarium of Doctor Parnassus”.. Heath Ledger duygusallığı yeterince yapıldı film hakkında.. Bu yönden herkes ismine aşinadır.. Ancak benim filmi bu denli beklememin sebebi elbette bu oyuncu değildi.. Doctor Parnassus'un hayal gücüne girme kabiliyetini takdirle karşılamanın yanı sıra, girdiği insanların hayal güçlerinin nelerle yoğrulduğunu gördüğümde açıkçası bu fikirle bir süre sabah akşam oynayacağımı anladım.. Elbette, her insanın farklı hayal gücü olduğunu filmden çok önce öğrenmiştim, ancak bilirsiniz, "hayal gücü" gibi soyut kavramları somutlaştırarak soyut olarak anlatmak inanılmaz güçtür.. Hani zaman zaman büyükler bunun ilkel biçimini yapardı, “bu silgi mutluluk, bu kalem de acı” vb. Ancak, düşünün, hayal güçlerini resmetmek ne kadar zordur.. Filmde bu inanılmaz başarılı verilmişti.. Çocuğundan, gencine, yaşlısından, fakirine, üçkağıtçısına.. O vakit, hayal güçleriyle ilgili korkunç bir gerçeğin farkına varıyorsun.. Hayal gücüyle zaman arasında keskin bir ilişki vardır.. Büyüyen insanın hayal gücü daha “gerçekçi” bir hayal gücüdür, ki tam da bu anlamda, zayıftır ve keyifsizdir.. Maalesef, çoğu kez maddiyata dayanır.. Hayal güçleri, çevresel faktörlerden de etkilenir.. Hayal gücü bilinçaltıyla kardeştir.. Hayal gücü ulaşılamayandır.. Hayal gücü sınırsızdır.. Herkesin hayal gücü apayrıdır ve hiç kimsenin hayal gücünün hacmi konuşması, yaşam tarzı veya kendini yansıtma biçimiyle ölçülemez.. Hayal gücü, hayal kurabilme yeteneği değildir tek başına, bunları aklında canlandırabilme yeteneğidir aynı zamanda.. Sonra da eyleme dökme çabasıdır.. Veya dökemeyip orada takılıp yaşamaktır.. Hayal gücümüzde istediğimiz kişiler olabiliriz en sonuçta.. Doğanın sınırları bile hükmedemez size eğer iyi bir hayal gücünüz varsa.. Aklın gözüdür hayal gücü..

Şimdi kompozisyon yazan her Türk öğrenci gibi giriş – gelişme – sonuç zincirinde başa bir gönderme yapacak olursak, deliler gibi dans eden insandan korkarım ben, sanki hayal gücü yokmuş gibi gelir bana.. Aslında yine siz akıllı okuyucularım, bu dans eden insanla neyi kastettiğimi kesinlikle anlamışsınızdır.. Herkes dans eder hayatında, ancak hayatın anlamı müzik eşliğinde vücudunu hareket ettirmek olduğunda, yemek yemek, yatmak, yuvarlanmak veya gece boyunca saatlerce oturup açıkçası havadan sudan söz etmek, günlerce yan yana durup o insanı tanımayacak kadar az bilmek, mesele ciddi konulara geldi mi sıkılmak, hal hatır sormadan yaşamak, tanımadan bilmeden hüküm vermek gibi eylemlere kadar vardığında ben o insandan korkarım, çünkü o insanın hayal gücü çok zayıfmış gibi gelir bana..


Hayal gücümü de alıp aranızdan ayrılıyorum.. Odanın ortasında durup hala hayal kurabiliyorum ben mesela.. Kendimi kurduğum hayalin ortasına atabiliyorum.. O yüzden şimdi arenadan sesleniyorum sizlere..

“Capua!!! Shall I begin..?” (Ne gaz bir sorudur bu da..)

Dipnot: Bir de bugün gazetede bir fotoğrafçının birbirini tanımayan insanlardan aynı karede birbirlerine dokunarak poz vermelerini istediğini duydum.. Çok mutlu oldum nedense.. Ne güzel.. Bu da bir örnek.. Siz böyle bir aktiviteye katılır mıydınız..?