16 Aralık 2009 Çarşamba

Drink Responsibly



"Hu Huh! I was in the right..!"
"Yes, absolutely in the right..!"
"I certainly was in the right..!"
"You was definitely in the right.. That geezer was cruising for a bruising..!"
"Yeah..!"
"Why does anyone do anything..?"
"I don't know, I was really drunk at the time..!"
"I was just telling him, he couldn't get into number 2.. He was asking
Why he wasn't coming up on freely, after I was yelling and
Screaming and telling him why he wasn't coming up on freely..
It came as a heavy blow, but we sorted the matter out.."

15 Aralık 2009 Salı

Kör Dövüşü


"What defines a relationship of power is that it is a mode of action which does not act directly or immediately on others.. Instead it acts upon their actions: an action upon an action, on existing actions or on those that may arise in the present or the future.. A relationship of violence acts upon a body or upon things; it forces, it bends . . . A power relation (demands) . . . the one over whom power be exercised be thoroughly recognised and maintained to the very end as a person who acts: . . (so that) a whole field of responses, reactions, results, and possible inventions may open up.."




"Daniel Connelly: What do women want..?
Holly Kennedy: We have no idea what we want.
Daniel Connelly: I knew it..!"


3 Aralık 2009 Perşembe

Çok Beklettim..




Gayesi meçhul..

Aslına bakarsanız ben bir tür bekleme dönemindeyim.. Bekleyen insan psikolojisi nedir..? Az çok bunu herkes bilir, biraz akışına bırakırsınız.. Denetleme mekanizması ağır bir mekanizmadır.. Hayatını denetleme konusunda ne kadar ısrarcı olursan denetleyemediğin zamanlar o kadar üstüne biner.. Bu manasız bekleyiş, bitimsiz görünmeye başlar.. Ancak bazen bu konuda hayret ettiğim insanlarla da karşılaşırım.. Bu belirsizlikle mücadele etmesini ziyadesiyle iyi bilirler.. Ancak ben hiç onlardan olamadım..


"You're going to have to make a choice.. In one hand, you will have Morpheus's life.. In the other hand, you will have your own.. One of you is going to die.. Which one, will be up to you.."

Belirsizlikle mücadelem biraz daha elim olmuştur bu yüzden.. Hani bazen sırf belirsizlik çözülsün diye zamanın diklemesine eylemlerde bulunurum.. Sonra bir anda spot ışıkları üzerime tutulur.. Her ne kadar 'içine kapanık' veya 'karmaşık' bir adam olarak bilinsem de böyle zamanlarda kimliğimi ışıl ışıl ifşa ederim.. Aslında bu biraz hayatta egemen olmakla ilgilidir.. Süreci akışına bırakmanın getirdiği yan etkidir.. Bir nehir düşünün, nehir sizin hayatınızdır ve devamlı bir devinimle akıp durmaktadır.. Siz kenarındasınızdır nehrin.. Ya da suyun sizi götürmediği yerinde çakıl taşlarıyla oynuyorsunuzdur.. Ancak bu atıl dönem başkalarının nezdinde sizin tartıldığınız, ölçülüp biçildiğiniz dönemdir.. Oysa siz kıyıda durmayı seçmişsinizdir, ancak bunu bir tek siz bilirsiniz.. Herkes bu gidişattaki sizi tanıdığını sanır, zaten birini "tanıdığını sanmak" en büyük günahlardan biridir benim gözümde.. Bu kadar emin olabilen egoları bir türlü anlayamam.. Anlarım, ama onlara hak veremem.. "Tanımak" çok zor bir eylemdir zira.. Hele benim gibi kendini kolay vermeyenler için.. Tanımak, tanınmak, tanışmak çok zor eylemlerdir.. Söze bağımlı bir tanışıklığı ölçüt olarak belirleyen bir birey hep yanılmıştır benim karşımda.. Nadir de olsa eylemle gösteririm ben gerçek kişiliğimi.. Ama kazın ayağı hiçbir zaman böyle olmamıştır.. "Ama sen böyle demiştin"leri duymaktan sıkıldım bu yüzden.. Hayır, sen benim koca evrenimin aydınlanan bir noktasını gördün.. Sözlerim ne kadar güvenilir olsa da, benim hakkımdaki her şey değildir.. Ancak sen bununla vakit kaybetmek istemezsin.. Hep bir acelen vardır.. O yüzden senin için Facebook'u icat ettik..

Neyse, dostlarım, bir insanı tanımayı kolay bir eylem olarak görmemekte fayda müşahede ediyorum ben.. Zira dilediğim gibi oynarım ben.. Nehir tema'sına geri dönersek, sen kıyıda takılan beni tanırsın ve arsızca nehrin akışına müdahale etmek istersin.. Sana izin veririm.. Akışın içinde sarsıl, hırpalan, kıyıya yuvarlanıp yanıma gel diye beklerim seni.. Ancak egonu bilirim, nehrin içinde karşıdan karşıya geçmeyi nehri yenmek sanırsın sen.. İşte tam da o anda kıyıdaki çakıl taşlarını yere bırakıp nehrin sularını avucuma alırım ben.. Senin sevdiğin o kısmi görüntüyü alaşağı etmek için.. Tüm bu bekleyişler ve gelgitler en nihayetinde sende hüzünlü bir hayal kırıklığı yaratır.. Hayal kırıklığına uğramış bir egonun getireceği haleli tahmin bile edemezsiniz.. Doğrudan nehri suçlamaya başlarsınız, nehrin debisini, yatağını ve şiddetini.. İşte orada spot ışıklarını yüzüme yüzüme tutmanız gerekir.. Bense ne yanıt veririm, biliyor musunuz..? Gülerim, kendi ellerinizle kendinizi boğarken alamadığınız her nefes için beni suçlamaktasınızdır çünkü.. Güldüğüm için bana düşman kesilirsiniz, hep aynı terane..


Oysa sen beni tanımak için hiç uğraşmadın ki, dostum.. Kafanda görmek istediğin resmi okşamaktan benimle hiç yüz yüze gelemedin.. İstediğini aldın en sonunda, seni kafandaki resimle baş başa bıraktım.. Gördüğün sahneyi sevmediğinde yine bana çattın.. Benim değerimi olduğundan az gördün.. Beni küçümsedin.. Bir an için beni kontrol ettiğine inandın.. Acı gerçeği yüzüne vurduğumda kontrolün sende olduğuna inandığın tüm o zaman dilimleri boyunca aslında kontrol edildiğini anladın.. Hangi ego buna dayanabilir ki..?

Seni anlıyorum, seni seviyorum ve seni özlüyorum, dostum.. O en egoist halinde bile seni tanımaya çalıştım çünkü.. Bilincini kaybedip coşkulu gözlerle, adeta bir deli gibi keyif alarak hayatımı kontrol ederken seninle tanıştım ben..

“I am
I will
So no longer
Will I
Lay down
Play dead
Play your doe”

Her neyse.. Biraz zamana ihtiyacımız var.. Biraz daha.. Seninle sonra tanışacağız.. O zaman da beni böyle sevebilecek misin, merak ediyorum..

17 Kasım 2009 Salı

Sesli Sedalı



Blog dünyamdaki sessizliği bozmak istedim bugün.. Yazmayı, okumayı, okunmayı seviyorum, sevmesine de.. Ne bileyim, bazen bir an geliyor, yazdığım onca sözcüğün uzay boşluğuna karıştığı fikri bana geçici bir hüsran duygusu veriyor.. Ne bileyim, biraz daha etkileşimli olmalı sanki burası, yazdığın üstüne birçok insan yorum bırakmalı, en az yazı kadar yorum da altta kendine yer bulmalı.. Ancak gerçekler öyle değil.. "Yazdıkların çok soyut kalıyor.." dedi bir arkadaşım, bu soyutluk belki de yorum yapmayı engelliyordur, kabilinden bir sav ile geldi.. Düşündüm, yok.. Hayır.. Bu kadar basit olmamalı.. Yazdıkların anında okunacak ve üzerine kafa patlatılmayacak konular üzerine olduğunda elde ettiğin itibardan keyif alamıyorsan, ne olacak..? Sonuçta gündelik hayatta yaşadığım her bir kişisel hadiseyi buraya taşırsam kendimi “yeleğiyle pencere kenarında oturmuş, kucağında kedisi olan şu teyze" gibi hissederim:


Hayır, teyzenin hayat sevinci, keyfi, zekası vb. üzerine laf söylemek gibi bir densizlik yapmıyorum.. Ama o teyzenin kıvamına gelmedim henüz.. Geldiğimde elbette burada kişisel lahzalardan ufak ufak dem vururum.. Şimdi biraz daha etkin hissediyorum kendimi, hayal gücünden, algıdan, düşünceden, üzerine konuşulabilecek konulardan bahsediyorum.. Ne bileyim, burada kendimi tanıtmak istemiyorum.. Birileri benim hayatımı görsün, bilsin, istemiyorum.. Facebook mantığı biraz bu.. Şurada yer, burada içerim; bunu izler, bunu okurum, bunu sever, bundan nefret ederim, burada yatar, şurada kalkarım.. Yazın burada tatil yapar, kışın bu sıcacık evde yaşarım.. Facebook’ta var mıyım, varım.. O kısmıyla ilgilenmiyorum ben.. Oraya kendimle ilgili birçok bilgiyi sıralarsam kim benimle tanışmak ister ki..? Ne gerek var ya da..? Tanışmanın gizemi, heyecanı mı kaldı..?


Bu tip yazılar yazınca da kendimi sivri dilli, sevimsiz köşe yazarları gibi hissediyorum, bu fikri de sevmiyorum.. Bir şey öğretmek, aşılamak ister gibi.. İsteyen istediğini yapar, ben benimle ilgili bölümden bahsediyorum.. Bu ne gibi, biliyor musunuz..? Geçen vapurdaydım ve birkaç koltuk ötede bir çift sarılmış oturuyordu.. Uzağı tam göremediğimden, yüzleri bir türlü seçemedim.. Liseden bir arkadaşıma benziyordu hatun kişi.. Neyse yolculuk sona erdiğinde yanlarından geçerken uzun uzun baktım kıza anlayabilmek için.. Hayır, kız böyle sarıldığı çocuğun omzunun üstünden benim uzun bakışlarıma manidar bir yanıt verdi.. Liseden tanıdığım arkadaşım değilmiş.. Hayır, şimdi zaten bir güzel çiftsiniz.. Böyle vapurda bile sarılmadan duramayacak haldesiniz.. Hala derdi ne olabilir, diye düşündüm.. Sonra vapurdan inip minibüslere gidene kadar nedenleri düşündüm.. "Sevilmek, beğenilmek".. Bu doğamızda var galiba.. Hani şu hissiyat, hatun benden bir şey beklemiyor, ancak ona bakılması hissi yeterince tatminkar ediyor onu.. Yani ben yazıyorum, kanımca ilginç konulardan da bahsediyorum zaman zaman, yazma fikrimden ve yazdıklarımdan gayet memnunum ve "zıplayan yunuslar" olmayacak bu sayfada, ancak neden kimse konuşmuyor bu konular üstüne..? “Zıplayan yunuslar”ın altında sayısız yorum görüyorum halbuki..

Yorgun argın işten gelip kim bu konuları okumak, hadi okumayı yapabilse bile, tartışmak ister..? Evet, belki de artık tek tip insanlara dönüşmeye başlıyoruzdur.. Bizden istenen neyse o olmaya doğru gidiyoruzdur.. Bunu kabullenmek gereklidir.. Bilemedim..


Öte yandan son olarak aynı çifte bakarken hissettiğim başka bir "garip" duygudan söz edeceğim.. Böyle tavırlar olsun, mimikler, hitaplar, makyaj, süslenme, bakım vs. bir an için böyle tüm bu görüntülerin arkasında "iki hayvanın" koklaşması hissi gibi tuhaf bir duyguya kapıldım.. Böyle anlık ve geçici bir histi zaten, üzerinde pek durmadım.. Hele işin mutfağını düşününce, ne bileyim, buluşana kadar yapılan hazırlıklar ve de akşam yatakta iki uygar ve bakımlı insanın vücutlarının değişik konumlar alacak olması, “insan insana bunu yapar mı..?” dedirten zaman dilimleri.. Ya da ne bileyim, onca takım elbiseler, şık giysiler, tüm o ciddiyet akşam o hale nasıl gelir..? Tam bu tip şeyleri düşünürken bir şey dank etti.. Acaba ben de geçmişteki farklı zaman dilimlerinde kız arkadaşlarımla böyle mi görünüyordum..? Böyle kur yapan hayvanlar gibi mi..? Sonra tüm bu düşünceleri aklımdan silecek bir şey oldu.. Beşiktaş - Taksim dolmuşlarını idame ettiren amca sodasından aldığı büyük yudumun ardından zamanda kırılma yaratacak bir sesle geğirdi.. Tüm dikkatim dağıldı ve en azından hiçbir şey bu kadar hayvansı görünmez, diye düşünüp Beyoğlu'na doğru gittim..


Bu arada o kısacık yolda Beşiktaş – Taksim arası seyahat ücreti 1,80 TL olmuş.. İnsan insana bunu yapmasa da, aynı “hayvanlar” bunu insanlara yaparmış, onu öğrendim..

4 Kasım 2009 Çarşamba

Hjartað Hamast / The Heart Pounds




"Hjartað hamast, hamast / The heart pounds, pounds
Eins og alltaf / As it has always
En nú úr takt við tímann / But this time out of rhythm with time
Týndur og gleymdur heima hjá mér / Lost and forgotten at home


Alveg að springa (Í gegnum nefið) / Going to explode (Through my nose)
Sný upp á sveitta (Sængina) / Turn myself to the sweaty (Covers)
Stari á ryðið (Sem vex á mér) / Stare at the rust (Growing on me)
Étur sig inní (Skelina) / It eats into (The shell)


Stend upp mig svimar (Það molnar af mér) / I stand up I'm dizzy (I'm crumbling away)
Ég fer um á fótum (Geng fram hjá mér) / Walking around (walking past myself)
Klæði mig nakinn (og fer svo úr) / Clothe myself naked (and then strip)
Vakinn en sofinn (Sef ekki dúr) / Awaken but sleepy (Can't sleep a wink)


Tala upphátt og ferðast inni í mér leita / I speak aloud and travel inside myself searching
Ég Leita af lífi um stund – ég stóð í stað / I search for life for a while – I stand in place
Með von að vin ég vinn upp smá tíma / With hope as my friend I make up some time
Leita að ágætis byrjun / I look for an alright start
En verð að vonbrigðum / But it becomes a disappointment"

Tam 7 dakika 10 saniye..
430 saniyeliğine yok oldum..
Birkaç kez.. Arka arkaya.. Kalp yerinde durmadı..

26 Ekim 2009 Pazartesi

Hasta Hayal Gücü


"I've got a
bike
You can ride it if you like
It's got a basket
A bell that rings
And things to make it look good
I'd give it to you if I could
But I borrowed it

You're the kind of girl that fits in with my world
I'll give you anything
Everything if you want things...

I've got a clan of gingerbread men
Here a man
There a man
Lots of gingerbread men
Take a couple if you wish
They're on the dish..."

Hayat omuzlarınıza bin bir türlü manevi külfet bindirse de, tüm bunlar yetmiyormuş gibi kimi zaman gözden kaçırdığımız (çıkardığımız - aynı harflerden oluşuyorlar üstelik) maddi acıları da cabası.. Herkesin kendine göre sayısız senaryosu vardır.. Keza benim de.. Ancak bugün son beş günüme kabus gibi çöreklenen "bademcik iltihabı" belasından, onunla savaşma çabalarımdan ve bu dönemdeki hayal meyal deneyimlerimden, kimi zaman da doğrudan rüyalarımdan dem vuracağım..

Pink Floyd'un "Bike" şarkısıyla tüm bunların ne ilgisi var, oradan başlayayım.. Şarkıda umutla umutsuzluk yan yana durur.. Benim için de öyleydi bu hafta sonu.. Oysa ki tam "Yeter be hep ben mi çekeceğim bütün bu boklukları..?" diye sorgulamaya başlamıştım hasta hasta banyo yaparken muhtemelen aşağı katta çocuğunun donunu yıkamak üzere suyu açmış aymaz teyzenin apartmanın gerzek merkezi sistemi yüzünden yarattığı geçici su kesintisi nedeniyle.. Ancak biliyordum.. Tüm saçmalıkları katlanılabilir kılacak bir umut vardı..


Şarkının ilgili olan daha somut yanları öncelikle hastalığın 2. gününde babamın Beşiktaş'ta görüp heyecanlandığı "müzikli, dönen, pilli bisiklet" oyuncağı ve kendi dönemlerinde bisikletin sahip olduğu görece değer nedeniyle bu iki tekerlekli motorsuz taşıta duyduğu hayranlıktan ötürü heyecanlanmakla yetinmeyip bu oyuncağı satın alması.. Kendi yerinde daireler çizebilen bu oyuncağa eklenen otomatik ses kaydında çalan müziğin 70'li kuşağın psychedelic müzik tonlarını barındırması, bir sepete, zile, seleye, suluğa, kısacası güzel görünmesi için gereken her türlü ayrıntıya sahip olması..

Ve tabii ki bademcik iltihabına ve yüksek ateşe sahip insana sunulan klasik cadı karı / koca karı ilaçları.. Gerçek anlamda etkileri oldu mu, kestirmem çok güç.. İlmi meslektaşlarını da eşzamanlı tükettim bu kez.. Ancak sırasıyla limonlu çay, ıhlamur, nane-limon, çeşitli çorba türleri ve evet, evet, zencefil + bal + süt tükettim.. Bazen sırf zencefil ve bal tükettim.. Zencefil ne kadar yakıyor boğazı..! Şarkıyla ilgili diğer bağlantı da buydu..

Ancak keşke her şey bu kadar masum kalsaydı.. Günün 24 saatinin neredeyse 18'ini uyuyarak geçirdiğiniz üç gün pek bir garip oluyormuş.. Rüyalar açısından elbette.. Uyurken soğuk ter atmanın yan etkisi olarak gelişen boyun tutulması ve baş ağrısı durumlarıyla baş etmek için bir bezle başımı sıkmam gerekiyordu.. Bekar adamın evinde bu tip şeyler o kadar da kolaylıkla bulunmuyor maalesef.. Ama benimle aynı evde kalan yine başka bir bekar adamda arkadaşının hediye ettiği bir "puşi" var.. Evet, puşi..


Ayakta kaldığım 6-7 saat içinde babamla haberleri izliyorum ve neredeyse her kanalda ülkenin gündemini oldukça meşgul eden "kürt açılımı" haberlerini görüyorum.. Kafamda puşi varken "efe" oluyorum, boynuma inince "kürt".. Bu işin geyik tarafı elbette.. Ancak olaylara pozitif bakmakta güçlük çeken biri olarak boynunda puşiyle oturmak yine de biraz ironikti.. Neyse uyuyorum, uyanıyorum, fasılalı olarak ailece TV izleme etkinliğine katılıyorum.. Zaman kavramı da alttan kayınca.. Vücudumda antibiyotik savaşı başlamışken o sırada ben..


Önce rüyamda "koltuk değnekli" sevimli ve şişman bir domuz gördüm.. Domuz gribine verdim elbette..


Sonra bir kürt düğününde evlendim.. Puşiye ve kürt açılımına verdim..


Sonra kafamın içinden cımbızla, yanı başımda asılı duran, Marimekko kumaşı çekildi.. Bunu da The Fall filmindeki şu sahneye verdim..


Daha sonra zencefil adam kurabiyelerinden gördüm, ama boyunlarında yine puşi vardı.. Buna herhangi bir anlam veremedim..


Daha sonra dolu bir havuzda büyük bir topun içinde ıslanmadan suyun üzerinde koştum durdum.. Buna hiç mi hiç anlam veremedim..


Hala da veremiyorum..

21 Ekim 2009 Çarşamba

Good Night, Sleep Tight..!


"Çocukluk Dönemi Kabusları" başlığı altında denk geldiğim bu resimleri gördüğümde damağımda hastalıklı, gotik Rob Zombie tadını hissettim.. Yıllar sonra hayal gücü, kurgu, sanrı, çocukluk ve gerçeklik arasındaki o vahim gel-gitleri yaşadım durdum.. Resimleri baştan sona, sondan başa birkaç kez izledim.. Açıkçası kim hazırlamış, onu bırakın kim alıp kamunun seyrine açık bir galeriye koymuş onu bile bilmiyorum.. Başlangıçta her bir resim için kendi yorumumu, algımda oluşan veya geçmişime dair korkularımı betimleyen hissiyatı size aktaracaktım, ancak bu müdahale olurdu.. Kötü olurdu..

Ve maalesef bir kereliğine çok çok özel bir nedenle ihanet ettiğim blog konseptim gereği siyah-beyaz veriyorum resimleri.. Renklisini de siz bulursunuz diye ümit ediyorum..

Öyleyse bana çocukluk kabuslarımın resmini çizebilir misin, Abidin..?

















20 Ekim 2009 Salı

Siyah/Beyaz




Neden beyaz..?

"With his theory of colour, Isaac Newton explained how the colours of a rainbow are formed.. When Newton passed a white light through a glass prism, he found that it split into rainbow colours and showed that the colours were embedded in the white light rather than imprinted in the prism.."



Peki neden siyah..?

"The color black is not a solitary real color.. Nor is it the total absence of color.. A black hole in space, in fact, is a concentrated area so densely packed that nothing, not even light, can penetrate it.. Blackness is actually all colors at once, so many colors merging at such intensity that the riot of their profusion produces, to the superficially perceptive eye, only nothingness: black.. Try it with your crayons or magic markers: everything at once, too much simultaneous input layered repeatedly, gives you blackness.."

Öyle işte.. Ya hep, ya hiç..

19 Ekim 2009 Pazartesi

Hükmen Yenik



"You have done harm, not only to me, to all the people who loved me and this sword hangs over you.."

Bir adımda akışın içinde, bir adımda akışın dışındayım.. Rüzgarın daireler çizdirdiği yapraklar gibi hissediyorum.. Bekliyorum.. Bir esiyor, dönüyorum.. Bir esiyor, duruyorum..

Bileklerime bastırarak pis kanı temizliyorum.. Böyle macunun dibini sıkmak gibi.. Dibini görene kadar, tamamen temizlendiğine inana kadar..

Beyaz odalarda uyuyorum.. Ta ki elimle dokunduğum hiçbir şey kirlenmeyene dek beyaz odalarda bekliyorum..

Keskin bir sessizlikle bir şeyi bekliyorum.. Geleceğini bildiğim bir şeyi.. Ne olduğunu henüz bilemediğim bir şeyi..

Harflerle pek az oynuyorum şu aralar.. Avucumda kalanları da üflüyorum.. Sim parçacıkları gibi ışıl ışıl uçuşup başkalarının sırtına saplanıyor.. Başkalarıyla aslında hiç konuşmuyorum.. Hem de hiç..

Duydukları sözleri başka biri gibi söylüyorum.. Başka biri söylermiş gibi söylüyorum.. Onların istediği gibi.. Gerçekten konuştuğumda sessizlik hüküm sürüyor.. Kimse duymuyor.. Duymasın diye çırpınıyorum..

Nekahet dönemi bu.. Uzun süren hastalığın bitimine yaklaşıyorum.. Savaşmayı bıraktığında hastalıktan kurtuluyorsun bu defa.. Kabullenerek.. Hani böyle kanla dolu bir geçmişte kin ve öfkeyle çarpışan iki ordu gibi.. Her defasında farklı yöntemler deneyen, farklı hayal ve hedeflerle yola çıkan iki büyük düşman.. Düşünün, bir taraf savaşmıyor.. Kayıplar veriyor, saldırmıyor.. Bu kez yenilmeyi kafasına koymuş.. Düşman bile bu durumu sindiremiyor.. Ama artık çok geç.. Savaş bitti.. Hükmen bitti..

Her bir kabulleniş bir günü daha aydınlatıyor.. Her bir yenilgi seni sana yaklaştırıyor.. İstediğin olmaya yakınlaşıyorsun.. Artık silah yok, kan yok, kin yok.. Seni boğan karanlık son demlerinde..

Susuyorum ve tek bir bakışla binlerce özür diliyorum.. Binlerce özür.. Benim gitmem lazım çünkü artık.. Hayal edildiği kadar büyük olmayan yollar almam lazım.. Üzgünüm..

11 Ekim 2009 Pazar

Anti-Film



“The old God, wholly "spirit," wholly the high-priest, wholly perfect, is promenading his garden: he is bored and trying to kill time. Against boredom even gods struggle in vain. What does he do? He creates man--man is entertaining... But then he notices that man is also bored. God's pity for the only form of distress that invades all paradises knows no bounds: so he forthwith creates other animals. God's first mistake: to man these other animals were not entertaining--he sought dominion over them; he did not want to be an "animal" himself.--So God created woman. In the act he brought boredom to an end--and also many other things! Woman was the second mistake of God.--"Woman, at bottom, is a serpent, Heva"--every priest knows that; "from woman comes every evil in the world"--every priest knows that, too.”

“Once the concept of "nature" had been opposed to the concept of "God," the word "natural" necessarily took on the meaning of "abominable"--the whole of that fictitious world has its sources in hatred of the natural (--the real!--), and is no more than evidence of a profound uneasiness in the presence of reality”


Bu sözler Nietzsche’nin Deccal’inden (The Antichrist).. Lars von Trier’in son filmiyle aynı adı taşıyor eser, evet.. Rivayete göre de Lars von Trier’in başucu kitaplarından biriymiş..

Filmi izlemeden önce Deccal'i okumuş olduğum için ister istemez filmle Deccal arasında bağlantı kurmaya başlamıştım.. Biraz araştırma yaptıktan sonra bu bağlantının giderek daha da belirginleştiğini gördüm.. Filmde kadın için çizilen korkutucu bir portre var..

Öncelikle “erkek” çok sakin, akıllı, gerçekçi ve aşırı karmaşık değil..

“Kadın” ise nevrotik, kurnaz, batıl ve aşırı karmaşık..

İlk darbeyi burada vuruyor Lars von Trier..

İkincisi kadının tez konusu olan “gynocide” (femicide - kadın katliamı).. Başlangıçta tarihteki olayları eleştirel bir şekilde incelemek, büyücülükle suçlanan Orta Çağ kadınlarını savunmak vb. amaçlarla tezine başlayan karakterin, olayları dışarıdan izleyen bir gözlemci olmaktan çıkıp, bir anlamda kendini kaptırarak anti-tezin tarafına adım atmasıyla ve tüm olanlar için haklı sebepler bulmasıyla devam ediyor.. Burada Trier kritik bir savaş başlatıyor kadının aklında.. Yaptıkları, yaşadıkları ve kendini yerine koyduğu gerçeklik kadının kendisine karşı açtığı savaş oluyor.. “Me..!”

Üçüncüsü ve belki de en can alıcı noktalarından biri de “Doğa” göndermesi ve ardından da doğa diyalogu.. Nietzsche için doğa Hristiyanlıkla birlikte insanoğluna düşman görünmüştür.. Hristiyanlık insanları doğadan/gerçekten koparmıştır.. Bu yüzden doğa şeytanla anılmaya başlamıştır, der Nietzsche Deccal’inde.. Filmde de kadın karakterimiz doğadan pek bir korkmaktaydı, hatta başlangıçta en büyük korkusu olarak doğayı söylemişti.. Daha sonra korkusuna başka bir boyut daha getirerek Nietzsche’yi onaylayan “Nature is Satan's Church..” sözü gelir.. Tabii ki tüm bu olayların kadının erkeğin ilk günahı işlemesine neden olan Eden (Cennet Bahçesi) adlı bir mekanda, yani tıpkı yaratılıştaki gibi doğanın kalbinde geçtiğini de unutmamak gerekir.. Ve son olarak da tabii ki şu can alıcı sözler:

"E: I'm nature. All the things you call 'nature'.
K: OK, Mr. Nature.What do you want?
E: To hurt you as much as I can.
K: How?
E: How do you think?
K: By frightening me?
E: By killing you.
K: Nature can't hurt me.You are just all the greenery outside.
E: No, I'm more than that.
K: I don't understand.
E: I'm outside, but also within. I'm the nature of all human beings.
K: Hmm, that kind of nature. The kind of nature that causes people to do evil things against women.
E: That's exactly who I am."

Öte yandan film ilerledikçe kadın giderek doğadan korkmamaya, aksine doğada hayat bulmaya başladı.. Cinselliğini, en derin ve özel duygularını bile doğanın kalbinde yaşamak istedi.. Yani şeytanın tapınağında.. Hristiyanlığın korktuğunun ve korkuttuğunun aksine.. Tıpkı Orta Çağ’ın büyücü kadınları gibi.. Doğadan buldukları otlarla iksirler yapan, dengesiz ve özgürce doğayla bir olan, doğayla "sevişen", doğayı kutsayan ve kendini doğayla özdeş hisseden cadılar gibi.. Ancak doğa ve gerçekle bu kadar iç içe olan bu mistik kadınların hunharca katledilmesi kilisenin verdiği bir karardı.. Kadın, "aşırı özgür"dü ve tanrıyı yadsıyarak büyüyle uğraşıyordu.. Tüm bunlar kadını katletmek için haklı bir nedendi.. Bastırılması gerekiyordu kadının.. “Ait olduğu yere” dönmesi, çünkü özgür doğa şeytana aitti.. Kitaptan bağımsız bir işleyişi vardı..

Kadın karakterimiz filmde, özellikle sonlara doğru doğaya/en büyük korkusuna hükmetmeye başladı ve korkulan Orta Çağ kadını figürüne bürünüverdi.. Bir nevi Şeytanın oğlunu çağırdı kendinde.. Antichrist oldu kendince.. En sonunda da İncil'de İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen Üç Kral’a ve hediyelerine (altın, buhur ve mür) bir "anti" kavramlar üçlemesiyle yanıt veriyor Trier.. Üç Dilenci.. Bu üç dilenci de doğanın kalbinden geliyorlar Antichrist’ın doğumuna.. Biri geyik, biri tilki, biri de karga ve hediyeler de filmin bölümlerinin adları olan matem, acı ve umutsuzluk.. Ve sonunda Antichrist doğuyor..! Yine burada da İncil’in antiteziyle geliyor Lars von Trier doğanın kalbinden..

Yine el kamerasıyla çekilmiş bir Dogma 95 yapımı olarak gerçekten inanılmaz bir şekilde sembollerle dolu olan bu karanlık ve kasvetli film de insanı “iyi” veya “kötü” derecelendirmesi yapamayacağı bir noktaya getiriyor.. Her filmi izledikten sonra hemen bir yargıda bulunmamaya çalışan biri olarak, uyuyup uyanmayı bekledim film üzerine düşünmek için.. (“filmin üzerine uyumak”, diyorum ben buna..) Çok fazla şok edici sahnesi, gerçekçiliği ve devamlı olarak filmin arka planında usul usul ve sinsi bir şekilde bekleyen kötülük var.. Film hiçbir fazlalıktan/aşırılıktan kaçınmıyor.. İzlenilebilirliği umursamıyor.. Filmden öte bir yere götürüyor sizi.. O korkuyu ve yalnızlığı hissediyorsunuz.. Filmlerde genelde “Bu bir film nasıl olsa..” hissiyatı vardır ya, işte mesela bu filmde yok.. Ben ki izlediğim onca filmin ardından Pasolini’nin “Salò ya da Sodom'un 120 Günü” filminden sonra ilk kez birkaç sahneye bakamadım..

O yüzden ben filmin bir "anti-film" olduğunu düşünüyorum.. Gelecekte böyle bir akım doğar mı, bilinmez.. Ancak kanımca Antichrist bir anti-film.. Barındırdığı her anti kavramdan adına ve aldığı “anti” ödüllere kadar..

7 Ekim 2009 Çarşamba

Beni İdare Et..!



Tamam.. Bu gecenin konusu "idare etmek".. İnsanları idare etmek.. Sanırım, bu konuda yüksek lisans derecesini çoktan hak etmişimdir.. Yıllardır idare ediyorum.. Tamam, benim de idare edildiğim zamanlar olmuştur, ancak "zamanlar" olmuştur.. Böyle koskoca zaman çizgisinde belirli zamanlar biri beni eğlemiştir.. “Hadi bu gece Desdinova’nın dediği olsun” demiştir birileri.. Şüphem yok..

Ancak burada benim idare edildiğim zamanları zaten biliyor olmam biraz sıkıntı yaratıyor bu işin doğasına.. Şöyle.. Biliyorum, zorluyorum.. Devam ediyorum.. Görmek istiyorum, beni nereye kadar idare edebileceğini.. Evet, çaba harcıyor.. Bir miktar.. Yine en nihayetinde ben oyunumdan vazgeçiyorum, o da derin bir nefes alıyor.. Ve epik hikayelerine beni de ekleyiveriyor.. Aman ne uğraştın..!

Gelelim “idare etmeye”.. İdare etme sınırsız bir eylemdir.. Bir kere ağına takılırsanız dönüşü zordur.. Biraz yumuşak başlılıkla da bağdaşıktır.. Örneğin X gelir ve size “Yeni elbisemi sevdin mi..?” der.. “Hayır X, bu güzel değil..” demeyi başarırsınız önce.. Bu çok da zor değildir.. Ancak X inatçıdır.. Tekrar gelir.. “Peki ya bu..?” Evet, artık X yavaş yavaş başlamıştır kendini belli etmeye.. “Evet, X, bu biraz güzel, ancak belki şunları da denemelisin..” deyip umutsuz bir şekilde tavsiyeye ihtiyacı olan X'e bir kez daha yol göstermek istersiniz.. Ancak X öyle pervasızdır ki, bir başka başarısızlıkla karşınıza gelir.. İşte kritik bir andır bu.. Şimdi.. Kimse X ile bu kadar uzağa gitmeye yeltenmemiştir.. Siz de bu yüzden bir adım ileri gitmek ve X'i kazanmak istersiniz.. Ancak X aynı X'tir.. Tüm o çabalarınıza rağmen X biteviye başarısızlıklarla karşınıza gelip fikrinizi sormaya devam eder.. Çünkü "X"in sizden istediği bir "olumlama" beklentisidir.. Giderek yorulmaya ve X'i değiştiremeyeceğinizi anlamaya başlayıp "Evet, X, bu tam da istediğin şey.." deyip X'e gazı verirsiniz.. Aslında X'in başından beri istediği budur.. X için o anda siz "onu en iyi anlayan insan" oluverirsiniz.. Sizinle paylaşmaktan keyif duyar X, zira kolay kolay zıt görüşleri dikkate almaz X.. Kendine olan sevgisinden biraz sıyrılabilmiş olmayı özgecilik sanır.. Siz de onu "idare edersiniz".. İşte "en iyi arkadaşlardan biri" oluverdiniz bir anda..

Ancak idare edilmeyi istemenin daha bedbaht yolları vardır.. Misal.. Kişi gelir ve çok heyecanlı ve saf bir şekilde "Sen de buna bayılmadın mı..?" der.. Söz konusu soruya yanıt vermek bir hayli güçtür.. “Hayır” derseniz X ile olası geleceğinizi büyük bir tehlikeye atarsınız, zira X “olumlama” sürecinde önüne geleni devirecek kadar aymazdır.. Eğer “parti oğlanı” (party boy) değilseniz sözleriniz doğrudan X’in kafatası duvarlarına vurur.. Parti oğlanları için bu aşama pek de zor olmaz.. “Tabii ki bayıldım, harikasın..” der karşısında gördüğü bir tavuk kostümü olsa bile.. Ancak siz biraz daha ciddi olduğunuzu bilirsiniz ve “Hayır, bu çok kötü.." demek ister, ancak diyemezsiniz.. Ve bu kıvranış içinizde giderek büyüyerek "Hayır, seni bir de bu güzelliğin içinde görmek istiyorum.." gibi kolpa laflar edersiniz.. “Hayır, bu çok kötü..” sert köşelidir, kişi hayatında kaybettiği onca şeyin ardından “sevmek” üzere seçtiği bir şeyde bu dürüstlüğü istemez.. "Hayır, seni bir de bu güzelliğin içinde görmek istiyorum.." lafı o kişinin size teslim olması için yeterlidir..

Tüm bunlarla bağlantılı başka bir örnek vardır ki, düşmanımın bile başına gelsin istemem.. Anekdot ile örneklendirip yazıyı sonlandırmak istiyorum.. Söyleyecek birçok şeyim var daha, ancak sıkıldım.. Sıkıcı bir konu çünkü..


"- Desdinova, beni aldatmayacağına söz ver.
- (Bu nasıl bir istektir..?) Elbette..
- Peki mesela ben böyle trafik kazası geçirsem yine de benimle olacak mısın?
- (Bu nasıl bir sorudur..?) Elbette..
- Peki ben senin istemediğin bir şeyi yapsam bana çok kızar mısın? (Ne demek istiyorsun..?)
- Bilmiyorum, önce ne yaptığını bilmem gerek.. (Makul..)
- İşte mesela ailenle anlaşamadım, kavga ettik? (Sorudaki ‘idare edilme’ isteği “öte” bir şey..)
- Ben taraf olmamaya çalışırım, sizi bağdaştırmaya çabalarım..
- Sen ailenin tarafındasın öyleyse? (Sığ..)
- Öyle bir şey demedim.. Sadece sizin anlaşmanızı isterim..
- Sen aileni daha çok seviyorsun, Desdinova.
- (Yapacak bir şey yok, Desdinova) Hayır, yok öyle bir şey.. Sen her şeyin önündesin benim için..
- Canım benim, biliyordum. Bizim aşkımız her şeyden öte.
- Evet, evet, canım.. Her şeyden öte.. ('Gerçek'ten bile..)"

İdare edilmeyi sevmek, idare edemeyeceğin bir idare etme arzusu oysa ki..