26 Ekim 2009 Pazartesi

Hasta Hayal Gücü


"I've got a
bike
You can ride it if you like
It's got a basket
A bell that rings
And things to make it look good
I'd give it to you if I could
But I borrowed it

You're the kind of girl that fits in with my world
I'll give you anything
Everything if you want things...

I've got a clan of gingerbread men
Here a man
There a man
Lots of gingerbread men
Take a couple if you wish
They're on the dish..."

Hayat omuzlarınıza bin bir türlü manevi külfet bindirse de, tüm bunlar yetmiyormuş gibi kimi zaman gözden kaçırdığımız (çıkardığımız - aynı harflerden oluşuyorlar üstelik) maddi acıları da cabası.. Herkesin kendine göre sayısız senaryosu vardır.. Keza benim de.. Ancak bugün son beş günüme kabus gibi çöreklenen "bademcik iltihabı" belasından, onunla savaşma çabalarımdan ve bu dönemdeki hayal meyal deneyimlerimden, kimi zaman da doğrudan rüyalarımdan dem vuracağım..

Pink Floyd'un "Bike" şarkısıyla tüm bunların ne ilgisi var, oradan başlayayım.. Şarkıda umutla umutsuzluk yan yana durur.. Benim için de öyleydi bu hafta sonu.. Oysa ki tam "Yeter be hep ben mi çekeceğim bütün bu boklukları..?" diye sorgulamaya başlamıştım hasta hasta banyo yaparken muhtemelen aşağı katta çocuğunun donunu yıkamak üzere suyu açmış aymaz teyzenin apartmanın gerzek merkezi sistemi yüzünden yarattığı geçici su kesintisi nedeniyle.. Ancak biliyordum.. Tüm saçmalıkları katlanılabilir kılacak bir umut vardı..


Şarkının ilgili olan daha somut yanları öncelikle hastalığın 2. gününde babamın Beşiktaş'ta görüp heyecanlandığı "müzikli, dönen, pilli bisiklet" oyuncağı ve kendi dönemlerinde bisikletin sahip olduğu görece değer nedeniyle bu iki tekerlekli motorsuz taşıta duyduğu hayranlıktan ötürü heyecanlanmakla yetinmeyip bu oyuncağı satın alması.. Kendi yerinde daireler çizebilen bu oyuncağa eklenen otomatik ses kaydında çalan müziğin 70'li kuşağın psychedelic müzik tonlarını barındırması, bir sepete, zile, seleye, suluğa, kısacası güzel görünmesi için gereken her türlü ayrıntıya sahip olması..

Ve tabii ki bademcik iltihabına ve yüksek ateşe sahip insana sunulan klasik cadı karı / koca karı ilaçları.. Gerçek anlamda etkileri oldu mu, kestirmem çok güç.. İlmi meslektaşlarını da eşzamanlı tükettim bu kez.. Ancak sırasıyla limonlu çay, ıhlamur, nane-limon, çeşitli çorba türleri ve evet, evet, zencefil + bal + süt tükettim.. Bazen sırf zencefil ve bal tükettim.. Zencefil ne kadar yakıyor boğazı..! Şarkıyla ilgili diğer bağlantı da buydu..

Ancak keşke her şey bu kadar masum kalsaydı.. Günün 24 saatinin neredeyse 18'ini uyuyarak geçirdiğiniz üç gün pek bir garip oluyormuş.. Rüyalar açısından elbette.. Uyurken soğuk ter atmanın yan etkisi olarak gelişen boyun tutulması ve baş ağrısı durumlarıyla baş etmek için bir bezle başımı sıkmam gerekiyordu.. Bekar adamın evinde bu tip şeyler o kadar da kolaylıkla bulunmuyor maalesef.. Ama benimle aynı evde kalan yine başka bir bekar adamda arkadaşının hediye ettiği bir "puşi" var.. Evet, puşi..


Ayakta kaldığım 6-7 saat içinde babamla haberleri izliyorum ve neredeyse her kanalda ülkenin gündemini oldukça meşgul eden "kürt açılımı" haberlerini görüyorum.. Kafamda puşi varken "efe" oluyorum, boynuma inince "kürt".. Bu işin geyik tarafı elbette.. Ancak olaylara pozitif bakmakta güçlük çeken biri olarak boynunda puşiyle oturmak yine de biraz ironikti.. Neyse uyuyorum, uyanıyorum, fasılalı olarak ailece TV izleme etkinliğine katılıyorum.. Zaman kavramı da alttan kayınca.. Vücudumda antibiyotik savaşı başlamışken o sırada ben..


Önce rüyamda "koltuk değnekli" sevimli ve şişman bir domuz gördüm.. Domuz gribine verdim elbette..


Sonra bir kürt düğününde evlendim.. Puşiye ve kürt açılımına verdim..


Sonra kafamın içinden cımbızla, yanı başımda asılı duran, Marimekko kumaşı çekildi.. Bunu da The Fall filmindeki şu sahneye verdim..


Daha sonra zencefil adam kurabiyelerinden gördüm, ama boyunlarında yine puşi vardı.. Buna herhangi bir anlam veremedim..


Daha sonra dolu bir havuzda büyük bir topun içinde ıslanmadan suyun üzerinde koştum durdum.. Buna hiç mi hiç anlam veremedim..


Hala da veremiyorum..

21 Ekim 2009 Çarşamba

Good Night, Sleep Tight..!


"Çocukluk Dönemi Kabusları" başlığı altında denk geldiğim bu resimleri gördüğümde damağımda hastalıklı, gotik Rob Zombie tadını hissettim.. Yıllar sonra hayal gücü, kurgu, sanrı, çocukluk ve gerçeklik arasındaki o vahim gel-gitleri yaşadım durdum.. Resimleri baştan sona, sondan başa birkaç kez izledim.. Açıkçası kim hazırlamış, onu bırakın kim alıp kamunun seyrine açık bir galeriye koymuş onu bile bilmiyorum.. Başlangıçta her bir resim için kendi yorumumu, algımda oluşan veya geçmişime dair korkularımı betimleyen hissiyatı size aktaracaktım, ancak bu müdahale olurdu.. Kötü olurdu..

Ve maalesef bir kereliğine çok çok özel bir nedenle ihanet ettiğim blog konseptim gereği siyah-beyaz veriyorum resimleri.. Renklisini de siz bulursunuz diye ümit ediyorum..

Öyleyse bana çocukluk kabuslarımın resmini çizebilir misin, Abidin..?

















20 Ekim 2009 Salı

Siyah/Beyaz




Neden beyaz..?

"With his theory of colour, Isaac Newton explained how the colours of a rainbow are formed.. When Newton passed a white light through a glass prism, he found that it split into rainbow colours and showed that the colours were embedded in the white light rather than imprinted in the prism.."



Peki neden siyah..?

"The color black is not a solitary real color.. Nor is it the total absence of color.. A black hole in space, in fact, is a concentrated area so densely packed that nothing, not even light, can penetrate it.. Blackness is actually all colors at once, so many colors merging at such intensity that the riot of their profusion produces, to the superficially perceptive eye, only nothingness: black.. Try it with your crayons or magic markers: everything at once, too much simultaneous input layered repeatedly, gives you blackness.."

Öyle işte.. Ya hep, ya hiç..

19 Ekim 2009 Pazartesi

Hükmen Yenik



"You have done harm, not only to me, to all the people who loved me and this sword hangs over you.."

Bir adımda akışın içinde, bir adımda akışın dışındayım.. Rüzgarın daireler çizdirdiği yapraklar gibi hissediyorum.. Bekliyorum.. Bir esiyor, dönüyorum.. Bir esiyor, duruyorum..

Bileklerime bastırarak pis kanı temizliyorum.. Böyle macunun dibini sıkmak gibi.. Dibini görene kadar, tamamen temizlendiğine inana kadar..

Beyaz odalarda uyuyorum.. Ta ki elimle dokunduğum hiçbir şey kirlenmeyene dek beyaz odalarda bekliyorum..

Keskin bir sessizlikle bir şeyi bekliyorum.. Geleceğini bildiğim bir şeyi.. Ne olduğunu henüz bilemediğim bir şeyi..

Harflerle pek az oynuyorum şu aralar.. Avucumda kalanları da üflüyorum.. Sim parçacıkları gibi ışıl ışıl uçuşup başkalarının sırtına saplanıyor.. Başkalarıyla aslında hiç konuşmuyorum.. Hem de hiç..

Duydukları sözleri başka biri gibi söylüyorum.. Başka biri söylermiş gibi söylüyorum.. Onların istediği gibi.. Gerçekten konuştuğumda sessizlik hüküm sürüyor.. Kimse duymuyor.. Duymasın diye çırpınıyorum..

Nekahet dönemi bu.. Uzun süren hastalığın bitimine yaklaşıyorum.. Savaşmayı bıraktığında hastalıktan kurtuluyorsun bu defa.. Kabullenerek.. Hani böyle kanla dolu bir geçmişte kin ve öfkeyle çarpışan iki ordu gibi.. Her defasında farklı yöntemler deneyen, farklı hayal ve hedeflerle yola çıkan iki büyük düşman.. Düşünün, bir taraf savaşmıyor.. Kayıplar veriyor, saldırmıyor.. Bu kez yenilmeyi kafasına koymuş.. Düşman bile bu durumu sindiremiyor.. Ama artık çok geç.. Savaş bitti.. Hükmen bitti..

Her bir kabulleniş bir günü daha aydınlatıyor.. Her bir yenilgi seni sana yaklaştırıyor.. İstediğin olmaya yakınlaşıyorsun.. Artık silah yok, kan yok, kin yok.. Seni boğan karanlık son demlerinde..

Susuyorum ve tek bir bakışla binlerce özür diliyorum.. Binlerce özür.. Benim gitmem lazım çünkü artık.. Hayal edildiği kadar büyük olmayan yollar almam lazım.. Üzgünüm..

11 Ekim 2009 Pazar

Anti-Film



“The old God, wholly "spirit," wholly the high-priest, wholly perfect, is promenading his garden: he is bored and trying to kill time. Against boredom even gods struggle in vain. What does he do? He creates man--man is entertaining... But then he notices that man is also bored. God's pity for the only form of distress that invades all paradises knows no bounds: so he forthwith creates other animals. God's first mistake: to man these other animals were not entertaining--he sought dominion over them; he did not want to be an "animal" himself.--So God created woman. In the act he brought boredom to an end--and also many other things! Woman was the second mistake of God.--"Woman, at bottom, is a serpent, Heva"--every priest knows that; "from woman comes every evil in the world"--every priest knows that, too.”

“Once the concept of "nature" had been opposed to the concept of "God," the word "natural" necessarily took on the meaning of "abominable"--the whole of that fictitious world has its sources in hatred of the natural (--the real!--), and is no more than evidence of a profound uneasiness in the presence of reality”


Bu sözler Nietzsche’nin Deccal’inden (The Antichrist).. Lars von Trier’in son filmiyle aynı adı taşıyor eser, evet.. Rivayete göre de Lars von Trier’in başucu kitaplarından biriymiş..

Filmi izlemeden önce Deccal'i okumuş olduğum için ister istemez filmle Deccal arasında bağlantı kurmaya başlamıştım.. Biraz araştırma yaptıktan sonra bu bağlantının giderek daha da belirginleştiğini gördüm.. Filmde kadın için çizilen korkutucu bir portre var..

Öncelikle “erkek” çok sakin, akıllı, gerçekçi ve aşırı karmaşık değil..

“Kadın” ise nevrotik, kurnaz, batıl ve aşırı karmaşık..

İlk darbeyi burada vuruyor Lars von Trier..

İkincisi kadının tez konusu olan “gynocide” (femicide - kadın katliamı).. Başlangıçta tarihteki olayları eleştirel bir şekilde incelemek, büyücülükle suçlanan Orta Çağ kadınlarını savunmak vb. amaçlarla tezine başlayan karakterin, olayları dışarıdan izleyen bir gözlemci olmaktan çıkıp, bir anlamda kendini kaptırarak anti-tezin tarafına adım atmasıyla ve tüm olanlar için haklı sebepler bulmasıyla devam ediyor.. Burada Trier kritik bir savaş başlatıyor kadının aklında.. Yaptıkları, yaşadıkları ve kendini yerine koyduğu gerçeklik kadının kendisine karşı açtığı savaş oluyor.. “Me..!”

Üçüncüsü ve belki de en can alıcı noktalarından biri de “Doğa” göndermesi ve ardından da doğa diyalogu.. Nietzsche için doğa Hristiyanlıkla birlikte insanoğluna düşman görünmüştür.. Hristiyanlık insanları doğadan/gerçekten koparmıştır.. Bu yüzden doğa şeytanla anılmaya başlamıştır, der Nietzsche Deccal’inde.. Filmde de kadın karakterimiz doğadan pek bir korkmaktaydı, hatta başlangıçta en büyük korkusu olarak doğayı söylemişti.. Daha sonra korkusuna başka bir boyut daha getirerek Nietzsche’yi onaylayan “Nature is Satan's Church..” sözü gelir.. Tabii ki tüm bu olayların kadının erkeğin ilk günahı işlemesine neden olan Eden (Cennet Bahçesi) adlı bir mekanda, yani tıpkı yaratılıştaki gibi doğanın kalbinde geçtiğini de unutmamak gerekir.. Ve son olarak da tabii ki şu can alıcı sözler:

"E: I'm nature. All the things you call 'nature'.
K: OK, Mr. Nature.What do you want?
E: To hurt you as much as I can.
K: How?
E: How do you think?
K: By frightening me?
E: By killing you.
K: Nature can't hurt me.You are just all the greenery outside.
E: No, I'm more than that.
K: I don't understand.
E: I'm outside, but also within. I'm the nature of all human beings.
K: Hmm, that kind of nature. The kind of nature that causes people to do evil things against women.
E: That's exactly who I am."

Öte yandan film ilerledikçe kadın giderek doğadan korkmamaya, aksine doğada hayat bulmaya başladı.. Cinselliğini, en derin ve özel duygularını bile doğanın kalbinde yaşamak istedi.. Yani şeytanın tapınağında.. Hristiyanlığın korktuğunun ve korkuttuğunun aksine.. Tıpkı Orta Çağ’ın büyücü kadınları gibi.. Doğadan buldukları otlarla iksirler yapan, dengesiz ve özgürce doğayla bir olan, doğayla "sevişen", doğayı kutsayan ve kendini doğayla özdeş hisseden cadılar gibi.. Ancak doğa ve gerçekle bu kadar iç içe olan bu mistik kadınların hunharca katledilmesi kilisenin verdiği bir karardı.. Kadın, "aşırı özgür"dü ve tanrıyı yadsıyarak büyüyle uğraşıyordu.. Tüm bunlar kadını katletmek için haklı bir nedendi.. Bastırılması gerekiyordu kadının.. “Ait olduğu yere” dönmesi, çünkü özgür doğa şeytana aitti.. Kitaptan bağımsız bir işleyişi vardı..

Kadın karakterimiz filmde, özellikle sonlara doğru doğaya/en büyük korkusuna hükmetmeye başladı ve korkulan Orta Çağ kadını figürüne bürünüverdi.. Bir nevi Şeytanın oğlunu çağırdı kendinde.. Antichrist oldu kendince.. En sonunda da İncil'de İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen Üç Kral’a ve hediyelerine (altın, buhur ve mür) bir "anti" kavramlar üçlemesiyle yanıt veriyor Trier.. Üç Dilenci.. Bu üç dilenci de doğanın kalbinden geliyorlar Antichrist’ın doğumuna.. Biri geyik, biri tilki, biri de karga ve hediyeler de filmin bölümlerinin adları olan matem, acı ve umutsuzluk.. Ve sonunda Antichrist doğuyor..! Yine burada da İncil’in antiteziyle geliyor Lars von Trier doğanın kalbinden..

Yine el kamerasıyla çekilmiş bir Dogma 95 yapımı olarak gerçekten inanılmaz bir şekilde sembollerle dolu olan bu karanlık ve kasvetli film de insanı “iyi” veya “kötü” derecelendirmesi yapamayacağı bir noktaya getiriyor.. Her filmi izledikten sonra hemen bir yargıda bulunmamaya çalışan biri olarak, uyuyup uyanmayı bekledim film üzerine düşünmek için.. (“filmin üzerine uyumak”, diyorum ben buna..) Çok fazla şok edici sahnesi, gerçekçiliği ve devamlı olarak filmin arka planında usul usul ve sinsi bir şekilde bekleyen kötülük var.. Film hiçbir fazlalıktan/aşırılıktan kaçınmıyor.. İzlenilebilirliği umursamıyor.. Filmden öte bir yere götürüyor sizi.. O korkuyu ve yalnızlığı hissediyorsunuz.. Filmlerde genelde “Bu bir film nasıl olsa..” hissiyatı vardır ya, işte mesela bu filmde yok.. Ben ki izlediğim onca filmin ardından Pasolini’nin “Salò ya da Sodom'un 120 Günü” filminden sonra ilk kez birkaç sahneye bakamadım..

O yüzden ben filmin bir "anti-film" olduğunu düşünüyorum.. Gelecekte böyle bir akım doğar mı, bilinmez.. Ancak kanımca Antichrist bir anti-film.. Barındırdığı her anti kavramdan adına ve aldığı “anti” ödüllere kadar..

7 Ekim 2009 Çarşamba

Beni İdare Et..!



Tamam.. Bu gecenin konusu "idare etmek".. İnsanları idare etmek.. Sanırım, bu konuda yüksek lisans derecesini çoktan hak etmişimdir.. Yıllardır idare ediyorum.. Tamam, benim de idare edildiğim zamanlar olmuştur, ancak "zamanlar" olmuştur.. Böyle koskoca zaman çizgisinde belirli zamanlar biri beni eğlemiştir.. “Hadi bu gece Desdinova’nın dediği olsun” demiştir birileri.. Şüphem yok..

Ancak burada benim idare edildiğim zamanları zaten biliyor olmam biraz sıkıntı yaratıyor bu işin doğasına.. Şöyle.. Biliyorum, zorluyorum.. Devam ediyorum.. Görmek istiyorum, beni nereye kadar idare edebileceğini.. Evet, çaba harcıyor.. Bir miktar.. Yine en nihayetinde ben oyunumdan vazgeçiyorum, o da derin bir nefes alıyor.. Ve epik hikayelerine beni de ekleyiveriyor.. Aman ne uğraştın..!

Gelelim “idare etmeye”.. İdare etme sınırsız bir eylemdir.. Bir kere ağına takılırsanız dönüşü zordur.. Biraz yumuşak başlılıkla da bağdaşıktır.. Örneğin X gelir ve size “Yeni elbisemi sevdin mi..?” der.. “Hayır X, bu güzel değil..” demeyi başarırsınız önce.. Bu çok da zor değildir.. Ancak X inatçıdır.. Tekrar gelir.. “Peki ya bu..?” Evet, artık X yavaş yavaş başlamıştır kendini belli etmeye.. “Evet, X, bu biraz güzel, ancak belki şunları da denemelisin..” deyip umutsuz bir şekilde tavsiyeye ihtiyacı olan X'e bir kez daha yol göstermek istersiniz.. Ancak X öyle pervasızdır ki, bir başka başarısızlıkla karşınıza gelir.. İşte kritik bir andır bu.. Şimdi.. Kimse X ile bu kadar uzağa gitmeye yeltenmemiştir.. Siz de bu yüzden bir adım ileri gitmek ve X'i kazanmak istersiniz.. Ancak X aynı X'tir.. Tüm o çabalarınıza rağmen X biteviye başarısızlıklarla karşınıza gelip fikrinizi sormaya devam eder.. Çünkü "X"in sizden istediği bir "olumlama" beklentisidir.. Giderek yorulmaya ve X'i değiştiremeyeceğinizi anlamaya başlayıp "Evet, X, bu tam da istediğin şey.." deyip X'e gazı verirsiniz.. Aslında X'in başından beri istediği budur.. X için o anda siz "onu en iyi anlayan insan" oluverirsiniz.. Sizinle paylaşmaktan keyif duyar X, zira kolay kolay zıt görüşleri dikkate almaz X.. Kendine olan sevgisinden biraz sıyrılabilmiş olmayı özgecilik sanır.. Siz de onu "idare edersiniz".. İşte "en iyi arkadaşlardan biri" oluverdiniz bir anda..

Ancak idare edilmeyi istemenin daha bedbaht yolları vardır.. Misal.. Kişi gelir ve çok heyecanlı ve saf bir şekilde "Sen de buna bayılmadın mı..?" der.. Söz konusu soruya yanıt vermek bir hayli güçtür.. “Hayır” derseniz X ile olası geleceğinizi büyük bir tehlikeye atarsınız, zira X “olumlama” sürecinde önüne geleni devirecek kadar aymazdır.. Eğer “parti oğlanı” (party boy) değilseniz sözleriniz doğrudan X’in kafatası duvarlarına vurur.. Parti oğlanları için bu aşama pek de zor olmaz.. “Tabii ki bayıldım, harikasın..” der karşısında gördüğü bir tavuk kostümü olsa bile.. Ancak siz biraz daha ciddi olduğunuzu bilirsiniz ve “Hayır, bu çok kötü.." demek ister, ancak diyemezsiniz.. Ve bu kıvranış içinizde giderek büyüyerek "Hayır, seni bir de bu güzelliğin içinde görmek istiyorum.." gibi kolpa laflar edersiniz.. “Hayır, bu çok kötü..” sert köşelidir, kişi hayatında kaybettiği onca şeyin ardından “sevmek” üzere seçtiği bir şeyde bu dürüstlüğü istemez.. "Hayır, seni bir de bu güzelliğin içinde görmek istiyorum.." lafı o kişinin size teslim olması için yeterlidir..

Tüm bunlarla bağlantılı başka bir örnek vardır ki, düşmanımın bile başına gelsin istemem.. Anekdot ile örneklendirip yazıyı sonlandırmak istiyorum.. Söyleyecek birçok şeyim var daha, ancak sıkıldım.. Sıkıcı bir konu çünkü..


"- Desdinova, beni aldatmayacağına söz ver.
- (Bu nasıl bir istektir..?) Elbette..
- Peki mesela ben böyle trafik kazası geçirsem yine de benimle olacak mısın?
- (Bu nasıl bir sorudur..?) Elbette..
- Peki ben senin istemediğin bir şeyi yapsam bana çok kızar mısın? (Ne demek istiyorsun..?)
- Bilmiyorum, önce ne yaptığını bilmem gerek.. (Makul..)
- İşte mesela ailenle anlaşamadım, kavga ettik? (Sorudaki ‘idare edilme’ isteği “öte” bir şey..)
- Ben taraf olmamaya çalışırım, sizi bağdaştırmaya çabalarım..
- Sen ailenin tarafındasın öyleyse? (Sığ..)
- Öyle bir şey demedim.. Sadece sizin anlaşmanızı isterim..
- Sen aileni daha çok seviyorsun, Desdinova.
- (Yapacak bir şey yok, Desdinova) Hayır, yok öyle bir şey.. Sen her şeyin önündesin benim için..
- Canım benim, biliyordum. Bizim aşkımız her şeyden öte.
- Evet, evet, canım.. Her şeyden öte.. ('Gerçek'ten bile..)"

İdare edilmeyi sevmek, idare edemeyeceğin bir idare etme arzusu oysa ki..

5 Ekim 2009 Pazartesi

Rol Modeli



Rol modelleri ve çocuklukla, inceden bir hicivle girizgahı yapıyorum.. Rol modelleri bir çocuk için kaçınılmazdır.. Rol modeli olmayan çocuk muhakkak kendine bir tane yaratır.. Aslında çocuk için rol modeli muazzam derecede elzem bir şahsiyettir, hatta kimi zaman şahsiyetlerdir.. Şöyle ki çocuk rol modelinin bilinçli ve bilinçsiz gerçekleştirdiği tüm eylemlerle benimsediği değerleri 'bilinçsizce' benimser ve gelecekteki olası değerlendirme ve eylemlendirme çabalarında devamlı olarak bu ölçütü kullanmayı 'seçer'.. Bu 'zincir'deki ilk halkadır, ancak ne yazık ki yaşam boyunca bu halkaya duyulan bağlılık tarifsiz bir şekilde tutarlı kalır..

Bugün size üç farklı bireyden söz edeceğim.. Üç farklı rol modeline sahip üç farklı bireyden.. Kişileri ifşa etmek huyum değildir.. Aslına bakarsanız onların kim olduğunu bilmenin de pek bir ehemmiyeti yoktur bu bağlamda ve daha da doğrusu aklıma birden fazla kişi geliyor her bir örnek için.. Bu nedenle burada aslolan ve üzerine yazmak istediğim, rol modellerinin çocuk üzerindeki etkisidir.. Söz konusu çocuk-rol modeli ilişkilerine gündelik hayatta sıkça rastlama şansı bulduğumdan tüm bu yazının salt gözlem ve deneyim temelinde yazıldığını bilmenizi isterim..


1. model: 1 zıt kutup (erkek) + 1 eş kutup (kadın) rol modelleri..


Bu birey, hala erkek zıt kutupla yaşayageldiği çelişkilerle yaşamını sürdürürken kadın eş kutuptan edindiği değerleri ve yine eş kutup sayesinde elde ettiği gözlemleri yaşamına yansıtma eğilimindedir.. Kişi serbestî ortamında büyümemiştir.. Bu kritiktir.. Kişinin rol modelleri kaçınılmaz bir şekilde yakın bir çevreyle sınırlı kalmıştır.. Söz konusu rol modelleri, geleneksel kırsal yaşam arka planını taşıyan, ancak kent yaşamına ayak uydurmayı zaman içerisinde başarabilmiş bireylerdir.. Kişinin bu bağlamda rol modellerinden farkı o arka planı dolaylı biçimde edinmiş olmasıdır.. Dolayısıyla kişinin kadem bastığı her bir hürriyet ortamında kendini frenlediği, ancak neden frenlediğini sormasına karşın bir yanıt bulamadığı, bulsa bile o nedene sadık kalıp sebat etmediği vakalarının sayısı fazladır.. Söz konusu kişinin aklı çoğu kez bulanıktır.. Seçimleri konusunda emin değildir.. Seçim yapmak onun için dünyanın en zor kararıdır.. Söz konusu, zıt kutbun hemcinsleriyle ilişki kurmak olduğunda; 'sağlıklı' bir zıt kutup rol modeli benimseyememiş bireyde bu kişilere karşı aşırı beklenti, tahammülsüzlük, dengesizlik ve saygısızlık ön koşul olarak yer alır.. Bu birey ömrünün sonuna kadar zıt kutba karşı kendini güvende hissetmez.. Aslında zıt veya eş, kendini kimsenin yanında tam anlamıyla güvenli hissedemez.. Zıt kutuptan, kırsal yaşam çocuk yetiştirme yapısında elzem bir temel olarak görülen 'güven' duygusunu alamamış ve bu boşluğun yerine başka bir rol modelini ikame edememiş olan birey, söz konusu 'yetiştirme iş bölümü'ndeki 'karar mekanizması' rolünü üstlenen rol modelinden yeterince yararlanamamıştır.. Birey; intihara meyilli, kendinden çok bahseden ve giderek daha fazla bir şekilde bir zamanlar korktuğu geleneksel modele yaklaşan ve kendini istese de 'özgür' hissedemeyecek bir halde yoluna devam etmektedir..

2. model: yalnızca 1 eş kutup (kadın) rol modeli..


1. model ile benzer bir arka plana sahiptir.. Bu birey de başka rol modelleri edinme olasılığı sunan serbestî ortamında büyümemiştir.. Yine geleneksel bir ortamda büyümüş ve o ortamın söz sahipleri arasında olan rol modelinin değer yargıları ve bakış açılarıyla beslenmiştir.. Buraya kadar 1. modele benzer.. Ancak rol modeli olarak yalnızca tek bir kutbu bilmenin getirdiği bütüncülük/teklik nedeniyle geleneksel yetiştirme tarzındaki ikiliğin tam aksine söz konusu düzende erkek kutupla bağdaştırılan "karar verme", "güç", "sertlik", "dayanıklılık", "cesaret" gibi belli başlı rol modeli değerlerini 'bilinçsiz' bir şekilde yarım yamalak edinmiştir.. Belki de hiç edinememiştir.. Dolayısıyla korumakla övündüğü geleneksel düzendeki erkek rol modelinin değerleriyle geç tanışmıştır.. Söz konusu kişi 1. modelden daha bulanık bir düşünce yapısına sahiptir.. Ve biraz daha tehlikelidir.. Hem kendi, hem de başkaları için.. Sıkça yaşadığı nevroz, panikatak, depresyon ve sebepsiz mutsuzluk gibi durumlarda daha da içine kapanan, paylaşmayı sevmeyen, yüzeysel bir bireye dönüşmüştür.. Söz konusu birey erkek rol modeli tanımadığından bu cinsle olan ilişkilerinde de pek bir başarı elde edememiştir.. Geleneksel erkek modelleri karşısında kendini savunmasız ve farklı hissetmiştir.. Bu münasebetlerde çoğu kez hatalı seçimler yapmış, ihanete uğramış, sırtından bıçaklanmış veya dışlanmıştır.. Dolayısıyla belirli bir erkek modeli yoktur kafasında.. Kiminle yakın, kiminle uzak olacağı konusunda ölümüne kararsızdır.. Söz konusu birey şu anda bu kutbu hiç tanıyamadığından biteviye yanılmaya devam etmekte, yanıldıkça yalnızlaşmakta, yalnızlaştıkça içine kapanmakta ve dramatik duygu gel-gitleri yaşamayı sürdürmektedir..

3. model: 1 zıt kutup (erkek) + 1 zıt kutup (kadın) rol modelleri..


3. model de, 1. ve 2. modelle kırsal temelli yetiştirme geleneği açısından benzer bir ortamdan, yine serbestîden ırak bir arka plandan gelmektedir.. Ancak bu bireyin ortamına bir de muhafazakarlık eklenmiştir.. Başka rol modelleri tanıması olanaksız olduğundan yetiştirilme dönemi boyunca bu iki rol modelinin sultası altında yaşamını idame ettirmiştir.. Geleneksel erkek ve kadın rol modellerinin sahip olduğu görev dağılımının zirvesini deneyim etmiştir.. Dolayısıyla geleneksel anlamda 'bilinçsizce' edindiği bu temellerle bu yapıdaki iki kutbu da tanıma olanağı bulmuştur.. Birey, rol modelleri şahsi bir çabada bulunmadığı için, edimlerini gözlem boyutunda edinmiştir.. Söz konusu temellerinin kökü o kadar derine gitmediği için birey bilince kavuştuğunda bu rol modellerinden sıkılacak veya onlara körü körüne bağlanacaktır.. Ancak bizim modelimiz söz konusu rol modellerini benimsememeyi seçmiştir başlangıçta.. Geleneksel yetiştirme çerçevesinde erkekle bağdaştırılan "karar verme", "güç", "sertlik", "dayanıklılık", "cesaret" temelleriyle kadınla bağdaştırılan "narinlik", "süslenme", "kibarlık", "hassasiyet", "şefkat" ve "duygusallık" gibi temelleri birbirine karıştırmıştır.. En nihayetinde bu geleneksel ayrımın çeşitli kombinasyonlarını benliğinde bulundurmuştur.. Bu birey, şu anda kırmaya çalıştığı zincirlerin en başına ulaşamamakta, savaşında yalnız kalmanın verdiği endişe ve panikle yavaş yavaş hemcinsi olan zıt kutup rol modelinin değer yargılarını ve bakış açılarını benimsemeye başlamıştır..