23 Aralık 2010 Perşembe

Living Backwards



"In my next life I want to live my life backwards.. You start out dead and get that out of the way.. Then you wake up in an old people's home feeling better every day.. You get kicked out for being too healthy, go collect your pension, and then when you start work, you get a gold watch and a party on your first day.. You work for 40 years until you're young enough to enjoy your retirement.. You party, drink alcohol, and are generally promiscuous, then you are ready for high school.. You then go to primary school, you become a kid, you play.. You have no responsibilities, you become a baby until you are born.. And then you spend your last 9 months floating in luxurious spa-like conditions with central heating and room service on tap, larger quarters every day and then Voila..! You finish off as an orgasm..!"

Demiş Woody Allen..

"Life can only be understood backwards; but it must be lived forwards.."

Demiş Soren Kierkegaard..

Bugünkü konumuz "geriye doğru yaşamak".. Woody Allen göndermesi aslında az çok aşina olduğumuz bir kavrama yönelik.. Filmi bile var nitekim.. Garip bir mizah anlayışıyla tenkitçi üslubunu bir arada görmek mümkün her zamanki gibi..

Kierkegaard ise biraz daha konu'ma yaraşır bir yerden dem vuruyor.. Şimdi tabii ki, hayat ileriye doğru yaşanır, zira aksi olası değildir.. Eminim ki, Kierkegaard da bunun farkındadır.. Tüm bunların ötesinde, anlatılmaya çalışılan ve birazdan anlatmaya çalışacağım insanların yaşamı yorumlama biçimine özgü mütevazi bir tenkitten ibarettir.. Bu yazıyı okuyan herkes de üzerine alınabilir.. Benim açımdan sıkıntısı yok..

Efendim, yaşlılar anılarıyla yaşar, kabilinden bayık bir içerik de beklemiyor sizi, endişe etmeyin.. Bunları duymaya alıştık artık, bir de Desdinova söylese var olan gerçek daha da bir kök salmayacak genç dimağlara.. Hatta tüm dünya pür dikkat bu açıklamayı beklemiyor.. Yazıyoruz işte.. Art for art's sake.. Ben hep 'sanat sanat içindir'cilerden olmuştum mesela, 'sanat toplum içindir' külliyen yalandır, beyhude bir beklentidir.. Misal Türk toplumunda sanatınla hitap edemeyeceğin kitleler var.. Sanatı bırak, sözle bile hitap edemeyeceğin, el-kol ile, kaş gözle bile zar zor anlaşabileceğin bir kitle var mesela.. Olmaz yani.. Sanat yapmak istiyorsan, sanat için yapacaksın, arkadaş.. Başka bir kaygın olmayacak.. Birileri beğenir, birileri beğenmez.. Bu onların sorunu olmalı..

Neyse, bakın, muhteşem yazılarımı özlemiş olmalısınız.. Ana konuya gelemiyorum yine.. Olmuyor işte bir türlü, tek yönlü düşünemiyorum şu anda.. Ortam hiç müsait değil buna.. Keza ben de hiçbir zaman olamadım.. Şimdi aslında hüzünlü bir yazı yazmayı hedefliyordum, yola öyle çıkmıştım, ancak o da olmuyor.. Hüznünü dışa yansıtamayanlardanım galiba..

Tamam, tamam, sadede geliyorum.. Ben daha çok "geriye doğru yaşadığımı" keşfettim geçen.. Elbette geriye doğru hayatı yorumlamak ve anlamak çerçevesinde en az herkes kadar, en fazla herkesten çok sorguluyorum ne yaptım, neden yaptım diye.. Kah gözyaşı döküyorum, kah keyiflenip bir sigara tellendiriyorum.. Durup durup neyi daha güzel yapabilirdim diye düşünüp devam senaryoları yazıyorum kafamın içinde.. Düşünsene, şöyle bir bak, ya o okula gitmeseydim, ya bu şehre gelmeseydim, ya şu kızla tanışmasaydım, ya şu arkadaşım olmasaydı diye bir gözünün önünden geçir.. "Paralel evren" hikayeleri değil bahsettiğim, ancak şöyle düşünsene, yarım kalan, üzerine birçok hayal kurduğunuz ilişkilerini hatırla bir.. Acaba nasıl olurdu devam etseydi..? Her biriyle apayrı hikayen olacaktı.. Apayrı yerde, apayrı bağlamda, apayrı kaygıların, isteklerin ve beklentilerin olacaktı.. Sokakları gezecek, yeni insanlar tanıyacak, farklı mekanlarda yan yana olacaktınız.. Aslında onlar X'li Y'li, X'li Z'li ilişkiler olacak yaşamaya devam eder bence.. Sonsuza kadar hem de.. Belirli mekanlar bir şeyleri anımsatır, gözler dolar, ama yaşamaya devam edilir.. O resimlerde, o videolarda sonsuzsunuz.. Her şey değişse de, dünya yerinden de oynasa zamanın o diliminde sonsuzsunuz, uğruna çırpındığınız en ufak şey de, kızgınlık da, bir bakış da, bir gülüş de sizinle birlikte sonsuz..

Ancak gariptir ki, insanlar daha çok gelecekleriyle takıntılılar.. Hep gelecekle ilgili kaygılar var, hep geleceği garantiye alma, gelecekte mutlu olmaya dair hayaller, birtakım beklentiler.. Olmaz, gelecekte de mutlu olmayacaksın, çünkü öyle bir şey yok.. Kendini alıştır, mutluluk, iyi ve bakımlı bir hayat olmayacak gelecekteki de.. Yine dertlenecek, yine kendini yalnız, kenara atılmış, hayal kırıklığına uğramış hissedeceksin.. Gelecek buradan daha güzel bir yer değil.. Zaman gelecekten ibaret değil..

Geçmişe doğru yaşıyorum.. Bununla kastettiğim, geçmişimden çok az insan gelip beni ezip geçtin, diyebilir misal.. Ben hep geçmişimdeki insanlarla konuşmak isterim.. Aslına bakarsan, sonu kötü biten ilişki veya arkadaşlık, her ne olursa olsun, arada yeterli zaman geçmişse yeniden bir araya gelmek, hiç olmadı bir-iki çift laf edebilmek isterim.. Yapmıyor muyum, yapıyorum.. Ancak şöyle bakıyorum, insanlar çok rahat yol alabiliyor ileriye doğru.. Hiç etkilenmiyor adam, ne olmuş, ne yaşamış, neyi doğru, neyi yanlış yapmış.. Nerede patlak vermiş, nerede yürümüş.. Ben bu tip insanlardan çok korkuyorum misal.. Ne bileyim, düşünsene adam bildiğin 'tabula rasa' gibi uyanıyor her gün.. Yüzeysel ötesi.. İhtiyatla kaçınız, derim..

Aslında ne yaptığını uzun uzun tartması, hele bir de gelip seninle tartışması, dürüst olmak gerekirse, çok da beklediğim şeyler değil.. Ancak misal şöyle bakın dönüp, kaç tane arkadaşınız, kaç tane aşık olduğunuz insan var hayatınızda.. Çok değerli o insanlar.. Onları eleyip seçtiyseniz bir de.. Düşünsene ya, en derindeki "sen"i gösteriyorsun bu insanlara.. İcabında yatağına alıyorsun.. Ve artık yoklar, hiç yoklar hem de.. Ölmüş gibi.. Yok, ben yapmam, yapamam.. Geçmişime bu kadar kayıtsız kalamam..

Haa, bu günümüz şartlarında elimizde avucumuzda bulunan ilişkilere, insanlara haksızlık edelim, demek değil.. Onlar her şeyden değerli ki, onları hayatımıza aldık.. Bugünkü aklımızla onları seçtik.. Söylemeye gerek yok zaten.. Ancak geriye dönüp yaşamak güzel şey, arkadaş.. Fotoğraflara, videolara bakmak falan.. Dijital olmaları biraz keyifsiz ama, olsun.. Düşünsene, birlikte geçirdiğiniz binlerce saniyeden birkaçı orada.. Sen de onlara bakıp kalan parçaları tamamlıyorsun..

Neyse tüm bu konuya sebep veren müthiş şarkıyla ve sözleriyle sizi baş başa bırakmak isterim.. Her şarkı gibi, tadını çıkarmak için kulaklıkla veya yüksek sesle dinlemenizi tavsiye ederek aranızdan ayrılıp yine inzivama dönüyorum.. Geçmişi yaşayın, diyorum, ama geçmişte değil..



Bu şarkıyı 'sana' armağan ediyorum:

"I'm dead in the water
A silhouette turning over
I'll wait for you here
And I keep forgetting
Where I'm meant to be
All so far yet all so near

So tell me
Just what are these gifts that you bring
This love is amazing
But the colours keep changing
And I'm sure
We shouldn't be wasting away
My rotten history
Will find its place

So don't go
So cold
So don't go
So cold

I'll not be afraid
It's taken this long
To come back again
And yes, I might suffer
The fate of another
Of shit and the bones
And all things considered
I walked with my hands held out
I walked with my hands held out
To you and all that's good

And I'm sure
We shouldn't be wasting away

Living backwards
I'm living backwards
I'm living backwards
I'm living backwards
I'm living backwards
I'm living backwards"

30 Ekim 2010 Cumartesi

"Shé"




"I am just a new boy,
Stranger in this town..
Where are all the good times..?
Who's gonna show this stranger around..?
Oooh, I need a dirty woman..
Oooh, I need a dirty girl..

Will some cold woman in this desert land
Make me feel like a real man..?
Take this rock and roll refugee
Oooh, baby set me free..
Oooh, I need a dirty woman..

Oooh, I need a dirty girl.."

Robert Rodriguez desem yeterli olur, sanırım..
Başka bir "karizmatik" film daha.. Bu defa temasıyla da cesur..

Ve şu sahne.. Her şey yine tam yerine oturuyor.. O yüzden üzerine yazmayacağım..

Hell yeah, watch my arrival, dirty girl..

"Viva La Revolución!"

9 Ekim 2010 Cumartesi

Cortez The Killer

"And I know she's living there
And she loves me to this day
I still can't remember where
Or how I lost my way.."


http://www.youtube.com/watch?v=aPL9MQHfIx8

Yıllarca çalsın, durmaksızın, bir döngü içinde, sıkılmadan dinlerim sanki..

Bir de Built To Spill cover'ı var.. Onu da es geçmemek lazım..

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Life Is A Miracle

Life, it's a candy
With a red hot chili pepper
Filling inside

...

Life is a business
Risky and confused
God gave you a deal
That you cannot refuse

Life is a terrorism
Globalism, optimism
Give peace a chance
Give war romance
...

When life was a miracle
And pigs might fly that was credible


Bir mucizedir yaşamak.. Kollarını birbirine geçirmiş neşeyle ortalıkta koşuşturup duran insanlar gibi.. Öyle aniden hayatınıza giren saçmasapan bir horoz gibi.. Karınca yiyen bir köpek gibi.. Dördüncü kattan beslenebilen bir kedi gibi.. Yıllar sonra yeniden eve giren bir martı gibi.. Aynı anda dinlenen bir şarkı gibi.. Gözlerinin içi aynı anda gülebilen iki insan gibi.. Yazla birlikte esriyen tüm o deli ruhlar gibi.. Haydi bir kadeh de benim için, için.. Sonra raks edelim..!

29 Nisan 2010 Perşembe

Hayalhane



Nisan ayını boş geçmek olmasın.. Koskoca ay sonuçta, hiç mi bir şey yazma dürtüsü yaratmadı, denmesin.. Böyle sorular sorulmasın..


Yemedim, içmedim, kendimi sinemaya adadım desem yeğdir bu ay.. Kalan vakitlerim de arkası gelmek bilmeyen iç hesaplaşmalarla geçti.. Taksim güruhuna karışmış umarsız eğlence insanı olmamak için ne kadar uğraştıysam da, ondan da kaçabilmiş sayamam kendimi.. Ama ne bileyim, size de olur mu hiç..? Ben zaman zaman özellikle de İstiklal Caddesi'nde birilerini beklerken devamlı olarak yolumdan geçen her bir insanı düşünürüm.. Acaba hayatı nasıl, ne sıkıntıları var, kimi seviyor, kimlerin yanına gidiyor..? O da benim gibi “kapalı alan sendromu” aşklar yaşıyor mu..? Belki de Stokholm..? Sonra sözünü ettiğim “umarsız eğlence insanları”nı görürüm aynı mantıkla izlerken.. Misal, siz dertlisiniz ya da yine ruhunuzla çekiştiğiniz sessiz anlarınızdan birinde, şöyle bir mekana bakıp kendini müziğe kaptırmış, dans etmekten başka hiçbir şey düşünmeyen insanları görünce şöyle bir “titreme” gelmez mi size de..? Ne bileyim, hani nasıl olur, insan böylesine delirir..? Bütün derdi, tasayı unutur..? Dans edilen mekanların ağır ağabeyi olmuşumdur zaten kendimi bildim bileli.. Ne bileyim, deliler gibi dans eden insandan korkarım ben.. Sanki böyle iki çift laf etsen "Ya bir sus, bak ne güzel dans etmek, hayat bu kadar yüzeysel" diye bir yanıt verirmiş gibi.. Ya da o dans ederken birileri alkol komasına girse, iki dakika sonra kaldığı yerden devam eder gibi.. Korkunçtur devamlı olarak dans eden insan..


Sonra kısa bir süre önce kör kütük denecek kadar sarhoş oldum.. Orhan Atasoy’un Gemiler klibini çekecek kadar ileriye gitmişim bir de.. Bu arada, "-miş", "-mış", "-muş", "-müş" soneklerinin bildiğim yabancı dillerde olmaması çok tuhafıma gitti geçen.. Yani rivayet ifadesini kolay kolay veremiyorlar mesela ecnebiler.. Örneğin, ben “Orhan Atasoy’un Gemiler klibini çekecek kadar ileriye gitmişim” dediğimde doğrudan sarhoş benliğimle normal benliğim arasına bir mesafe koyuyorum ve siz okuyuculara bir anlamda “bana bu sonradan anlatıldı” imajını kaş göz, entonasyon, mimik vb. yapmadan verebiliyorum.. Nitekim, sarhoş halimden korkar oldum bu yüzden.. Hani yılların alkol birikiminden midir nedir ne kusmak biliyorum, ne de yere düşmek.. Sonuçta kopuk kopuk bir sürü sahne kalıyor aklımda sabah uyanınca.. "Hadi canım, öyle mi demişim..?" "Seni mi aramışım..?" "Yok canım, halay mı çekmişim..?" Hayır, buraya kadar iyi hoş, herkes bu tip anlar yaşamıştır illa ki.. Ama Gemiler sahnesi iş yerinde iş arkadaşlarının önünde yapıldığında bir tür iç hesaplaşmaya giriyorsun ister istemez.. O noktada ne düşündüm, biliyor musunuz, sanki gündelik hayattaki alkol almamış ben, o dakikada orayı terk etmişim, sarhoş ben bayrağı elimden almış gibi.. Ben eve gitmişim, dişlerimi fırçalayıp yatağa uzanmış uyumuşum.. Sarhoş ben ise gece boyunca devam etmiş gibi.. Sabah böyle bir hissiyatla uyanmak çok garip.. Özetle, alkol konusunda daha ihtiyatlı olmak lazım, derim.. Ama derim sadece, zira sarhoş ben habersiz çıkageliyor zaman zaman..


İşte oradan şeytanla satranç oynayan şövalyeden (evet, doğru bildiniz, “The Seventh Seal” ) “Brothers in Arms”a kadar uzanan bir askerlik imgelemi baş gösterdi geçtiğimiz dönemde.. O sahne ne güzel sahne, o şarkı ne güzel şarkıymış.. Askerliğin yıldönümüne ithaf ediyorum bu iki hayal gücü unsurunu.. Satrancı şeytan değil ben kazandım ve "some day, I returned to my valleys and my farms.."


Evet, asıl konuma yandan yavaştan yaklaşıyorum, fark ettiyseniz.. Hep böyle yapıyorum ben.. Asıl anlatmak istediğimi sona bırakıyorum.. Sabırlı olanlar genelde benimle birlikte o son anı yaşıyor, sabırsız olanlar ise dinlemeyi bırakıyor.. Tabii, bu cümlenin ardında yatan metaforu kestirebilen siz okurlarımı da alınlarından öpüyorum.. Neyse, açıkçası yıllardan beri sabırsızlıkla beklediğim iki filmi de birini sinemada, birini evde olmak üzere izledim.. Alice In Wonderland konusunda pek fazla bir şey söylemeyeceğim, zira hakkında çok yazılıp çizildi.. Yeni ve heyecan verici değil konu olarak.. Ancak (hala konuya gelememek) yine de görselliği açısından "Tea Party" kısmını çok sevdim.. Kavramın kendisine de kısa süreli bir ilgi duydum, Fas’taki çay partilerini araştırdım, hatta ev arkadaşımla kısmen tatbik etmeye bile çalıştım..


Her neyse, beklenen konu “The Imaginarium of Doctor Parnassus”.. Heath Ledger duygusallığı yeterince yapıldı film hakkında.. Bu yönden herkes ismine aşinadır.. Ancak benim filmi bu denli beklememin sebebi elbette bu oyuncu değildi.. Doctor Parnassus'un hayal gücüne girme kabiliyetini takdirle karşılamanın yanı sıra, girdiği insanların hayal güçlerinin nelerle yoğrulduğunu gördüğümde açıkçası bu fikirle bir süre sabah akşam oynayacağımı anladım.. Elbette, her insanın farklı hayal gücü olduğunu filmden çok önce öğrenmiştim, ancak bilirsiniz, "hayal gücü" gibi soyut kavramları somutlaştırarak soyut olarak anlatmak inanılmaz güçtür.. Hani zaman zaman büyükler bunun ilkel biçimini yapardı, “bu silgi mutluluk, bu kalem de acı” vb. Ancak, düşünün, hayal güçlerini resmetmek ne kadar zordur.. Filmde bu inanılmaz başarılı verilmişti.. Çocuğundan, gencine, yaşlısından, fakirine, üçkağıtçısına.. O vakit, hayal güçleriyle ilgili korkunç bir gerçeğin farkına varıyorsun.. Hayal gücüyle zaman arasında keskin bir ilişki vardır.. Büyüyen insanın hayal gücü daha “gerçekçi” bir hayal gücüdür, ki tam da bu anlamda, zayıftır ve keyifsizdir.. Maalesef, çoğu kez maddiyata dayanır.. Hayal güçleri, çevresel faktörlerden de etkilenir.. Hayal gücü bilinçaltıyla kardeştir.. Hayal gücü ulaşılamayandır.. Hayal gücü sınırsızdır.. Herkesin hayal gücü apayrıdır ve hiç kimsenin hayal gücünün hacmi konuşması, yaşam tarzı veya kendini yansıtma biçimiyle ölçülemez.. Hayal gücü, hayal kurabilme yeteneği değildir tek başına, bunları aklında canlandırabilme yeteneğidir aynı zamanda.. Sonra da eyleme dökme çabasıdır.. Veya dökemeyip orada takılıp yaşamaktır.. Hayal gücümüzde istediğimiz kişiler olabiliriz en sonuçta.. Doğanın sınırları bile hükmedemez size eğer iyi bir hayal gücünüz varsa.. Aklın gözüdür hayal gücü..

Şimdi kompozisyon yazan her Türk öğrenci gibi giriş – gelişme – sonuç zincirinde başa bir gönderme yapacak olursak, deliler gibi dans eden insandan korkarım ben, sanki hayal gücü yokmuş gibi gelir bana.. Aslında yine siz akıllı okuyucularım, bu dans eden insanla neyi kastettiğimi kesinlikle anlamışsınızdır.. Herkes dans eder hayatında, ancak hayatın anlamı müzik eşliğinde vücudunu hareket ettirmek olduğunda, yemek yemek, yatmak, yuvarlanmak veya gece boyunca saatlerce oturup açıkçası havadan sudan söz etmek, günlerce yan yana durup o insanı tanımayacak kadar az bilmek, mesele ciddi konulara geldi mi sıkılmak, hal hatır sormadan yaşamak, tanımadan bilmeden hüküm vermek gibi eylemlere kadar vardığında ben o insandan korkarım, çünkü o insanın hayal gücü çok zayıfmış gibi gelir bana..


Hayal gücümü de alıp aranızdan ayrılıyorum.. Odanın ortasında durup hala hayal kurabiliyorum ben mesela.. Kendimi kurduğum hayalin ortasına atabiliyorum.. O yüzden şimdi arenadan sesleniyorum sizlere..

“Capua!!! Shall I begin..?” (Ne gaz bir sorudur bu da..)

Dipnot: Bir de bugün gazetede bir fotoğrafçının birbirini tanımayan insanlardan aynı karede birbirlerine dokunarak poz vermelerini istediğini duydum.. Çok mutlu oldum nedense.. Ne güzel.. Bu da bir örnek.. Siz böyle bir aktiviteye katılır mıydınız..?


9 Mart 2010 Salı

Kelebek



Bir kelebektir gidiyor bu günlerde.. Oradan buradan kelebek çıkıyor karşıma.. "Koza - pupa - kelebek" gelişimindeki sabırdan en nihayetinde vücut bulan kelebeğin kırılgan varlığı ve hüzünlü ömrüne kadar hassas bir yerde benim için bir kavram olarak.. Kelebek metaforuyla pek bir ilgiliyim şu sıralar.. Güzellik kavramının geçiciliğinin, uzun bekleyişler sonrasında ulaşılan gayenin, her gün kaçan fırsatların, kaçınılmaz sona bu kadar yakın yaşamanın, masumiyetin simgesi kelebek.. Aynı kelebeği bir daha göremeyeceğini bilmek.. Bir kelebeği vaktinden önce öldürmek.. Altı dolu bir kavram kelebek..

Weightless falls
Honeysuckle
Strangers - strange this
Lights from pages
Paper thin thing

Protected by the naked eye
Pearly sunrise

Nearly worn
Kneeling like a supplicant
Darkened skin
Afraid to see
Radiate
Open lips
Keep smiling for me
Darkened skin
Afraid to see
Radiate
Open lips
Keep smiling for me

Weightless cool
Honeysuckle
Fair skin - freckles
Uncut teeth
Tranquill eyes
Bite my lips - bite my lips
Under your feet

29 Ocak 2010 Cuma

Opak




Bu gece nedense pıtır pıtır bir şeyler yazasım geldi..

Evet, uzun süredir gözlemlediğim kadarıyla hayatımla ilgili belirli konuları netleştirmeye başlamışım.. Yani, bir anda bu nasıl olmuş, pek anlamış değilim, ancak rutin hayatın tekerleri döndükçe ister istemez bir şeyler değişmiş, gelişmiş, gerilemiş.. Oturup bir şeylere başlama konusunda hiçbir zaman net olamadım, ancak oturup bir şeylere başlama konusunda hiçbir zaman net olamayacağım konusunda netim şu an.. Buradan başlasak..?

Hayır, burada bitirsek..?

Yok, şöyle diyelim.. Şimdi izlediğim film, sevdiğim yazar, filozof, oyun (tiyatro oyunu ve bilgisayar oyunu) vb. konular devingen olduğu için hani onlar konusunda netleştim demem, sanırım.. Ancak mesela film izlemeyi kitap okumaya daha çok tercih ettiğimi biliyorum.. Bu konuda artık netim ve pek de üzülmüyorum böyleyim diye.. Sıkıldığım halde bir şeyi yapmaya devam etmek mi doğru, bunu kabullenmek mi..?

Görselliği seviyorum galiba.. Tam korkulan milenyum çocuğunun büyümüş hali oldum, sanırım.. Görmeden tatmin olamaz oldum.. İlla görsellik olacak ki "renkli" rüyalar göreyim.. Baksana, gecenin bir vakti bilgisayarın başında oturmuş, tıkır tıkır bir şeyler yazıyorum.. Oradan iPad falan çıkmış.. Bu halde ne desem inandırıcı gelemem gibi..



Aslında iPad ile ilgili çelişkisel bir taraf da var.. Yani ne bileyim, şimdi iBook diye bir uygulama çıkarmışlar.. Kitap okuyorsun, ancak kitap bildiğin kitap gibi.. Yani olayın mantığına ters biraz.. Senin birkaç adım ileri gitmen lazım sanki, hadi eski havayı koruyayım dedin, yaptın.. Yakışıyor mu sana..? İnsanlar normal kitap almasın mı istiyorsun..?


Neyse.. Okudukların bölük pörçük gelebilir, bu konuda tasalanma.. Çünkü aradaki cümleleri ben kendime söyleyip yazıyorum kaldığı yerden.. Evet, bakıyorum.. Alkol içme günlerimi bile netleştirmişim.. Hayır, olağanüstü durumlarda alkol içme günlerimin dışındaki günlerde de içiyorum.. Sıkıcı oldum, demiyorum.. Taşları yerine oturtmaktan bahsediyorum.. Güzel mi, çirkin mi karar veremedim.. Ancak böyle artık netleşiyor bir şeyler.. Maceraperest ruh, atletik yapı, sivri zeka, hazır cevap, klas duruş, şık bakış falan böyle biraz istemli olarak yapılıyor artık.. Hani eskiden böyle bir duruşun klas olurdu, bunu sana başkası söylerdi.. Sonra sen o duruşun nasıl olduğunu, ince ince tatbik ederek ezbere bilir oldun.. Eee, iyi mi oldu, işte bilemiyorum.. Şimdi o duruşu istediğin zaman yapabiliyorsun, ancak o duruşu istemsizce yapamıyorsun, çünkü ne zaman yapacak olsan fark ediyorsun ve mal bir duruşun bu gereksiz görünen "havalı" duruştan daha bir iyi olacağını düşünüyorsun.. İşte hangisi iyi, karar vermek güç..


Bir de muhabbetler.. Artık hangi konuda konuşmak istediğimi biliyorum.. Hiçbir konu.. Bu kadar net.. Yani net bir konu üzerinde konuşmaya çabalamıyorum, böylelikle hayatımda net bir konu konuşmama konusunda bir netlik kazanıyorum.. Hani bir nevi oluşu kabullenmek gibi..


Ayrıntılar konusunda daha bir netleşiyorum gibi mesela.. Ne bileyim.. Hayatımdaki belirli ayrıntılar hep orada olsun istiyorum.. Belirli bir parfümden, yatağın örtüsüne, en sevdiğim çataldan, favori akşam yemeğime kadar uzanır maddi anlamda.. Manevi anlamda ise (aslında bu da pek manevi gelmeyecek kulağına, ama ben onu manevi olarak görüyorum) Alpay Erdem, Tales of Mere Existence, High Fidelity, Pink Floyd, Los Lunes Al Sol, Mary and Max vb. gibi, ayrıntılar barındıran sözlü/görsel her bir yapıta/yapımcısına daha fazla değer verir oldum.. Sanırım oldum olası "genelden sıyrılma" takıntım ilerleyen yaşlarımda bu şekilde zuhur ediverdi..


Enteresan, ancak artık biliyorum ne yapmak istediğimi sanki.. Hani bir tane, iki tane değil yine.. Otursam yazamam şimdi, ancak eskiye göre belirli sayılır.. Net sayılır sonuçta..

Mesela çok fazla üretken olamayacağım konusunda da netim artık.. Yani kendim gibi olabilmem için görünmez adamlık bir işte çalışmam gerekir.. Yani nasıl anlatsam, böyle bu saatten sonra sinekkaydı tıraşlı, takım elbiseli, astlı üstlü kurumsal bir adam olamam, ki bana hiç yakışmaz zaten.. Sportif, atletik, dansçı, esnek olamam.. Bu da açık.. Sanatçı olabilir miyim..? Bilmiyorum, hep bir yeteneğimin var olduğuna, ancak onu keşfedeceğim bir zamanın geleceğine inanırım.. Hani bunu liseden beri yapıyorsam demek ki o vakit hiç gelmeyecek.. Hem bir de maalesef sosyal yaşamda herhangi bir sanat dalıyla uğraşıyorsan o sanat dalına yaraşır bir yaşam biçimi de oluyor maalesef.. Ne bileyim, kemik gözlükle başlar bu, feng shui'ye kadar gider.. Ancak ben böyle biri gibi de yaşayamam.. Tüm sanat aleminin yüz karası olurdum gibi.. Ne bileyim, kimse beni örnek almazdı mesela.. Yapıtlarımı kimse şiar edinmezdi kendine, o da net..


En iyisi aslında şu anki işim.. Görünmez adam.. İş, hayatının büyük bir bölümünü kapsamıyor, seni tanımlamıyor, güç ilişkisi, stres, çıkar, takım elbise, kıvır zıvır yok.. Oluşuna müdahale etmiyor bir anlamda.. Sen neysen o olmaya devam ediyorsun.. Sadece bir iş var, o yapılıyor, sonra evlere dağılıyoruz gibi.. Yani seri katil olup benim işimi yapabilirsin.. Geceleri dışarı çıkıp apayrı bir insana dönüşüp ertesi gün hiç belli etmeden yerine oturursun, kimse de senden şüphelenmez gibi..

Az çok geleceğimi görebiliyorum bu yüzden.. İşte o yüzden netleşiyor bazı şeyler.. Hani zevklerin, ihtiyaçların, duyguların, fikirlerin netleşmesinin yanı sıra hayatının gidişatı da netleşiyor bir yerde.. Kimine göre bu sıkıcı gelebilir, bana da geliyor zaman zaman.. Ancak ne zaman diğer alternatifleri düşünsem, kendime o kıyafetleri giydirsem dönüp dolaşıp olduğum yeri seviyor ve özlüyorum.. Demek ki benim olduğum bu, hak ettiğim bu, yapacağım ve yapmaktan nispeten en çok zevk alacağım da bu..

Ben şimdi otuzumdan sonra çevireceğim kitapların hayalini kurayım, bir yandan da yeteneği olmasa da zeki olan insanlardan biri olduğuma inanmaya devam edeyim.. Öyle ya da böyle öleceğim çünkü, maalesef o da net..

İyi günler..

16 Aralık 2009 Çarşamba

Drink Responsibly



"Hu Huh! I was in the right..!"
"Yes, absolutely in the right..!"
"I certainly was in the right..!"
"You was definitely in the right.. That geezer was cruising for a bruising..!"
"Yeah..!"
"Why does anyone do anything..?"
"I don't know, I was really drunk at the time..!"
"I was just telling him, he couldn't get into number 2.. He was asking
Why he wasn't coming up on freely, after I was yelling and
Screaming and telling him why he wasn't coming up on freely..
It came as a heavy blow, but we sorted the matter out.."

15 Aralık 2009 Salı

Kör Dövüşü


"What defines a relationship of power is that it is a mode of action which does not act directly or immediately on others.. Instead it acts upon their actions: an action upon an action, on existing actions or on those that may arise in the present or the future.. A relationship of violence acts upon a body or upon things; it forces, it bends . . . A power relation (demands) . . . the one over whom power be exercised be thoroughly recognised and maintained to the very end as a person who acts: . . (so that) a whole field of responses, reactions, results, and possible inventions may open up.."




"Daniel Connelly: What do women want..?
Holly Kennedy: We have no idea what we want.
Daniel Connelly: I knew it..!"


3 Aralık 2009 Perşembe

Çok Beklettim..




Gayesi meçhul..

Aslına bakarsanız ben bir tür bekleme dönemindeyim.. Bekleyen insan psikolojisi nedir..? Az çok bunu herkes bilir, biraz akışına bırakırsınız.. Denetleme mekanizması ağır bir mekanizmadır.. Hayatını denetleme konusunda ne kadar ısrarcı olursan denetleyemediğin zamanlar o kadar üstüne biner.. Bu manasız bekleyiş, bitimsiz görünmeye başlar.. Ancak bazen bu konuda hayret ettiğim insanlarla da karşılaşırım.. Bu belirsizlikle mücadele etmesini ziyadesiyle iyi bilirler.. Ancak ben hiç onlardan olamadım..


"You're going to have to make a choice.. In one hand, you will have Morpheus's life.. In the other hand, you will have your own.. One of you is going to die.. Which one, will be up to you.."

Belirsizlikle mücadelem biraz daha elim olmuştur bu yüzden.. Hani bazen sırf belirsizlik çözülsün diye zamanın diklemesine eylemlerde bulunurum.. Sonra bir anda spot ışıkları üzerime tutulur.. Her ne kadar 'içine kapanık' veya 'karmaşık' bir adam olarak bilinsem de böyle zamanlarda kimliğimi ışıl ışıl ifşa ederim.. Aslında bu biraz hayatta egemen olmakla ilgilidir.. Süreci akışına bırakmanın getirdiği yan etkidir.. Bir nehir düşünün, nehir sizin hayatınızdır ve devamlı bir devinimle akıp durmaktadır.. Siz kenarındasınızdır nehrin.. Ya da suyun sizi götürmediği yerinde çakıl taşlarıyla oynuyorsunuzdur.. Ancak bu atıl dönem başkalarının nezdinde sizin tartıldığınız, ölçülüp biçildiğiniz dönemdir.. Oysa siz kıyıda durmayı seçmişsinizdir, ancak bunu bir tek siz bilirsiniz.. Herkes bu gidişattaki sizi tanıdığını sanır, zaten birini "tanıdığını sanmak" en büyük günahlardan biridir benim gözümde.. Bu kadar emin olabilen egoları bir türlü anlayamam.. Anlarım, ama onlara hak veremem.. "Tanımak" çok zor bir eylemdir zira.. Hele benim gibi kendini kolay vermeyenler için.. Tanımak, tanınmak, tanışmak çok zor eylemlerdir.. Söze bağımlı bir tanışıklığı ölçüt olarak belirleyen bir birey hep yanılmıştır benim karşımda.. Nadir de olsa eylemle gösteririm ben gerçek kişiliğimi.. Ama kazın ayağı hiçbir zaman böyle olmamıştır.. "Ama sen böyle demiştin"leri duymaktan sıkıldım bu yüzden.. Hayır, sen benim koca evrenimin aydınlanan bir noktasını gördün.. Sözlerim ne kadar güvenilir olsa da, benim hakkımdaki her şey değildir.. Ancak sen bununla vakit kaybetmek istemezsin.. Hep bir acelen vardır.. O yüzden senin için Facebook'u icat ettik..

Neyse, dostlarım, bir insanı tanımayı kolay bir eylem olarak görmemekte fayda müşahede ediyorum ben.. Zira dilediğim gibi oynarım ben.. Nehir tema'sına geri dönersek, sen kıyıda takılan beni tanırsın ve arsızca nehrin akışına müdahale etmek istersin.. Sana izin veririm.. Akışın içinde sarsıl, hırpalan, kıyıya yuvarlanıp yanıma gel diye beklerim seni.. Ancak egonu bilirim, nehrin içinde karşıdan karşıya geçmeyi nehri yenmek sanırsın sen.. İşte tam da o anda kıyıdaki çakıl taşlarını yere bırakıp nehrin sularını avucuma alırım ben.. Senin sevdiğin o kısmi görüntüyü alaşağı etmek için.. Tüm bu bekleyişler ve gelgitler en nihayetinde sende hüzünlü bir hayal kırıklığı yaratır.. Hayal kırıklığına uğramış bir egonun getireceği haleli tahmin bile edemezsiniz.. Doğrudan nehri suçlamaya başlarsınız, nehrin debisini, yatağını ve şiddetini.. İşte orada spot ışıklarını yüzüme yüzüme tutmanız gerekir.. Bense ne yanıt veririm, biliyor musunuz..? Gülerim, kendi ellerinizle kendinizi boğarken alamadığınız her nefes için beni suçlamaktasınızdır çünkü.. Güldüğüm için bana düşman kesilirsiniz, hep aynı terane..


Oysa sen beni tanımak için hiç uğraşmadın ki, dostum.. Kafanda görmek istediğin resmi okşamaktan benimle hiç yüz yüze gelemedin.. İstediğini aldın en sonunda, seni kafandaki resimle baş başa bıraktım.. Gördüğün sahneyi sevmediğinde yine bana çattın.. Benim değerimi olduğundan az gördün.. Beni küçümsedin.. Bir an için beni kontrol ettiğine inandın.. Acı gerçeği yüzüne vurduğumda kontrolün sende olduğuna inandığın tüm o zaman dilimleri boyunca aslında kontrol edildiğini anladın.. Hangi ego buna dayanabilir ki..?

Seni anlıyorum, seni seviyorum ve seni özlüyorum, dostum.. O en egoist halinde bile seni tanımaya çalıştım çünkü.. Bilincini kaybedip coşkulu gözlerle, adeta bir deli gibi keyif alarak hayatımı kontrol ederken seninle tanıştım ben..

“I am
I will
So no longer
Will I
Lay down
Play dead
Play your doe”

Her neyse.. Biraz zamana ihtiyacımız var.. Biraz daha.. Seninle sonra tanışacağız.. O zaman da beni böyle sevebilecek misin, merak ediyorum..

17 Kasım 2009 Salı

Sesli Sedalı



Blog dünyamdaki sessizliği bozmak istedim bugün.. Yazmayı, okumayı, okunmayı seviyorum, sevmesine de.. Ne bileyim, bazen bir an geliyor, yazdığım onca sözcüğün uzay boşluğuna karıştığı fikri bana geçici bir hüsran duygusu veriyor.. Ne bileyim, biraz daha etkileşimli olmalı sanki burası, yazdığın üstüne birçok insan yorum bırakmalı, en az yazı kadar yorum da altta kendine yer bulmalı.. Ancak gerçekler öyle değil.. "Yazdıkların çok soyut kalıyor.." dedi bir arkadaşım, bu soyutluk belki de yorum yapmayı engelliyordur, kabilinden bir sav ile geldi.. Düşündüm, yok.. Hayır.. Bu kadar basit olmamalı.. Yazdıkların anında okunacak ve üzerine kafa patlatılmayacak konular üzerine olduğunda elde ettiğin itibardan keyif alamıyorsan, ne olacak..? Sonuçta gündelik hayatta yaşadığım her bir kişisel hadiseyi buraya taşırsam kendimi “yeleğiyle pencere kenarında oturmuş, kucağında kedisi olan şu teyze" gibi hissederim:


Hayır, teyzenin hayat sevinci, keyfi, zekası vb. üzerine laf söylemek gibi bir densizlik yapmıyorum.. Ama o teyzenin kıvamına gelmedim henüz.. Geldiğimde elbette burada kişisel lahzalardan ufak ufak dem vururum.. Şimdi biraz daha etkin hissediyorum kendimi, hayal gücünden, algıdan, düşünceden, üzerine konuşulabilecek konulardan bahsediyorum.. Ne bileyim, burada kendimi tanıtmak istemiyorum.. Birileri benim hayatımı görsün, bilsin, istemiyorum.. Facebook mantığı biraz bu.. Şurada yer, burada içerim; bunu izler, bunu okurum, bunu sever, bundan nefret ederim, burada yatar, şurada kalkarım.. Yazın burada tatil yapar, kışın bu sıcacık evde yaşarım.. Facebook’ta var mıyım, varım.. O kısmıyla ilgilenmiyorum ben.. Oraya kendimle ilgili birçok bilgiyi sıralarsam kim benimle tanışmak ister ki..? Ne gerek var ya da..? Tanışmanın gizemi, heyecanı mı kaldı..?


Bu tip yazılar yazınca da kendimi sivri dilli, sevimsiz köşe yazarları gibi hissediyorum, bu fikri de sevmiyorum.. Bir şey öğretmek, aşılamak ister gibi.. İsteyen istediğini yapar, ben benimle ilgili bölümden bahsediyorum.. Bu ne gibi, biliyor musunuz..? Geçen vapurdaydım ve birkaç koltuk ötede bir çift sarılmış oturuyordu.. Uzağı tam göremediğimden, yüzleri bir türlü seçemedim.. Liseden bir arkadaşıma benziyordu hatun kişi.. Neyse yolculuk sona erdiğinde yanlarından geçerken uzun uzun baktım kıza anlayabilmek için.. Hayır, kız böyle sarıldığı çocuğun omzunun üstünden benim uzun bakışlarıma manidar bir yanıt verdi.. Liseden tanıdığım arkadaşım değilmiş.. Hayır, şimdi zaten bir güzel çiftsiniz.. Böyle vapurda bile sarılmadan duramayacak haldesiniz.. Hala derdi ne olabilir, diye düşündüm.. Sonra vapurdan inip minibüslere gidene kadar nedenleri düşündüm.. "Sevilmek, beğenilmek".. Bu doğamızda var galiba.. Hani şu hissiyat, hatun benden bir şey beklemiyor, ancak ona bakılması hissi yeterince tatminkar ediyor onu.. Yani ben yazıyorum, kanımca ilginç konulardan da bahsediyorum zaman zaman, yazma fikrimden ve yazdıklarımdan gayet memnunum ve "zıplayan yunuslar" olmayacak bu sayfada, ancak neden kimse konuşmuyor bu konular üstüne..? “Zıplayan yunuslar”ın altında sayısız yorum görüyorum halbuki..

Yorgun argın işten gelip kim bu konuları okumak, hadi okumayı yapabilse bile, tartışmak ister..? Evet, belki de artık tek tip insanlara dönüşmeye başlıyoruzdur.. Bizden istenen neyse o olmaya doğru gidiyoruzdur.. Bunu kabullenmek gereklidir.. Bilemedim..


Öte yandan son olarak aynı çifte bakarken hissettiğim başka bir "garip" duygudan söz edeceğim.. Böyle tavırlar olsun, mimikler, hitaplar, makyaj, süslenme, bakım vs. bir an için böyle tüm bu görüntülerin arkasında "iki hayvanın" koklaşması hissi gibi tuhaf bir duyguya kapıldım.. Böyle anlık ve geçici bir histi zaten, üzerinde pek durmadım.. Hele işin mutfağını düşününce, ne bileyim, buluşana kadar yapılan hazırlıklar ve de akşam yatakta iki uygar ve bakımlı insanın vücutlarının değişik konumlar alacak olması, “insan insana bunu yapar mı..?” dedirten zaman dilimleri.. Ya da ne bileyim, onca takım elbiseler, şık giysiler, tüm o ciddiyet akşam o hale nasıl gelir..? Tam bu tip şeyleri düşünürken bir şey dank etti.. Acaba ben de geçmişteki farklı zaman dilimlerinde kız arkadaşlarımla böyle mi görünüyordum..? Böyle kur yapan hayvanlar gibi mi..? Sonra tüm bu düşünceleri aklımdan silecek bir şey oldu.. Beşiktaş - Taksim dolmuşlarını idame ettiren amca sodasından aldığı büyük yudumun ardından zamanda kırılma yaratacak bir sesle geğirdi.. Tüm dikkatim dağıldı ve en azından hiçbir şey bu kadar hayvansı görünmez, diye düşünüp Beyoğlu'na doğru gittim..


Bu arada o kısacık yolda Beşiktaş – Taksim arası seyahat ücreti 1,80 TL olmuş.. İnsan insana bunu yapmasa da, aynı “hayvanlar” bunu insanlara yaparmış, onu öğrendim..