31 Temmuz 2009 Cuma

Mavihastalık

“I close my eyes just to look at you
Taken by the seamless vision
I close my eyes,
Ignore the smoke,
Ignore the smoke

Call it aftermath, she's turning blue
Such a lovely color for you
Call it aftermath, she's turning blue
While I just sit and stare at you..”

Bugünlerde maviyle pek bir haşır neşirim.. Nereye gitsem mavi görüyorum.. Kimi tanısam mavi.. Işıklar mavi.. Deniz mavi.. Gökyüzü mavi.. Masa örtüleri, perdeler, hepsi mavi..

Maviye bakıyorum.. O da bana.. Böyle bir derinliğe bakmaya çabalıyormuşsunuz gibi.. Arkası belirsiz, tanımsız, sınırsız bir sükunet var diplerde.. Sana her şeyin yoluna gireceğini söyler gibi.. Biz istersek her şey mümkün der gibi.. İçinde olduğun, ama olduğunu bilemediğin bir zaman diliminde masmavi.. Biliyorum, değişecek her şey.. İstediğimiz her şeyi getirecek mavi.. Tüm o hayalleri, tüm o beklentileri, tüm o umudu yeniden verecek mavi..

Mavi derin, mavi anlamlı, mavi vakur, mavi sabırlı..

Mavi hayat dolu.. Gülüyor.. Parlak ve keskin bakışlarla.. Hayat veriyor.. Enerji veriyor.. Besliyor.. Büyütüyor..

Maviye yaslanıyorum.. Mavi de bana.. Hem de yılın en güzel zamanlarından birinde..

30 Temmuz 2009 Perşembe

Yılana Sarıl



Gerçekten çok enteresan bir haberle karşınızdayım.. Geçenlerde gazete okurken vakti zamanında çırılçıplak denize girmesiyle sansasyon malzemesi olan bir kızın ölümü üzerine yazanları okudum.. Sonra videosunu izledim haberin.. Polisle kız arasında geçen diyalog çok hoşuma gitti.. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar herhangi bir sıkıntı yaşamadan çırılçıplak denize girerken bu kıza yapıştırılmayan yafta kalmamış meğersem..


Öncelikle diyalog:

P: Neden çırılçıplak denize giriyorsun? (Soru aslında başlı başına manasız.. Bu böyle hani aldatılan kadının 'O kızla orada ne yapıyordunuz?' sorusu gibi.. Her şey ortadayken yanıt veremez olma durumu peşler normalde ama, kız yine de polis, otorite, bir yanıt vermek gerekir, deyip vermiş yanıtını..)

K: Siz üstünüzdeki elbiseler olmadan insan değil misiniz..? Bir insanın elbiselerin çıkarması bu kadar mı sorun olur..? Siz normal düşünemiyorsunuz.. Ben özgürüm..


Aslında yanıt beni gayet tatmin etti.. Bir başkaldırı biçiminde algılamadım nedense.. Doğal bir hak olarak gördüm daha çok ve kimseyi rahatsız etmediği sürece (gerçek bir rahatsızlıktan söz ediyorum, görsel vb. değil) bu isteğini yerine getirebilir.. Artı bu başlı başına bir cesarettir.. Zaten kişi bir şeyleri göze almıştır böyle bir ülkede bunu yaparak.. Sen bir de gidip tutukluyorsun utanmadan..

Jim Morrison'ın sahneden indirilmesi geldi aklıma.. Otorite hep iş başında.. Kamu düzeninin korunması.. Çok çıplaksınız, bu kamunun düzenini bozuyor, bari bikini giyseydiniz, kamu düzeni sağlanmış olurdu.. Hakkınızda çevreyi rahatsız ettiğiniz için tutanak tutacağım.. Hayır, bir kere çevre nasıl rahatsız olur..? Rahatsız oldum, çünkü.. İşte bu kısmını merak ediyorum.. Biri bana anlatsın, bir insanın kimseye karışmadan çıplak bir şekilde denize girmesi başka bir insanı nasıl rahatsız edebilir..?

İşin en komik tarafı, halkımın yaftaları.. Halihazırda bekliyorlar böyle.. Ahlak çöküntüsüdür, alkol kötülüklerin anasıdır, babasıdır, dümdüz gidiyor elemanlar..


“Allah biz günahkar kullarını affetsin. Ölüm herkese gelecek fakat günah içinde ölmek kötü.”

“Özgürlüğü sarhoş olup nara atmak sanan çok kişi var bu ülkede. Çok üzücü. Allah akıl vermiş sana, bilinç vermiş, sen bu bilinci ve aklı yok etmeye, beynini uyuşturmaya çalışıyorsun. Nasıl bi iştir hala anlayamadım. Sigarayla uğraşacaklarına içkiyle mücadele edilmeli. Çünkü toplumsal suçların asıl sebebi içki.”

“Amaçsız, başıboş, avare yaşantının sonucu. Kendisini motive edememiş, içkilerde mutluluk arayan, yarınlardan beklentisi olmayan başıbozuk, sansasyonel kişilikler. . . Başka nasıl bir sonuç beklenirdi ki?”

“3 günlük dünya işte, neydim, ne oluyorum, ne olacağım diyene kadar alır ruhunu bedeninden. o yüzden elden geldiğince doğru ve güzel yaşanmalı. ALLAH günahlarını ve günahlarımızı affetsin. Ailesine de sabırlar versin, ne diyelim.”


Dün üzerine düşündüğümüz bir konu daha vardı.. O da şu meşhur sigara yasağıyla ilgili.. Şu ünlü tabelayı görmeyen kalmamıştır herhalde..

Şimdi burada sorumuz.. Fotoğraf olarak 62 milyonluk olanı buldum.. 62 veya 69.. Bu rakamı belirleyen kıstas nedir, onu tartışıyorduk.. Yani aslında sorduk sadece, anlam veremedik.. Hadi yuvarlayınca çok anlaşılıyor, bir organın keyfi olduğu.. Tamam 2 koy, 4 koy, 9 koy ki böyle üzerine düşünülmüş gibi görünsün.. Ancak mesela bir tane yakayım, desen ve içip bitirsen içtiğin o sigara çevreye 69 milyonluk bir zarar mı veriyor..?

Bilene sormak lazım..

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Havada Asılı Duran Küçük Uçaklar

"Neden ki bu anlamsız yaradılış / Yok olacaksa bir gün her yaratılmış"

Yaşadığın her an'ı, tattığın her tadı, gittiğin her yeri, tanıdığın her insanı, sahip olduğun her deneyimi yalnızca bir kez yaşadığını, yaşayacağını bilmek.. Hem de her bir deneyim kendi içinde benzersiz.. Her bir deneyim bazen birbirinin benzeri gibi görünse de, istediğinizi yapın, tüm malvarlığınızı feda edin, belirli bir deneyimin yaşandığı o an’a dönüş yapamazsınız.. O zaman dilimi geride kalmıştır artık.. Neyse odur.. Orada yaşanır ve orada kalır sonsuza dek..

Elbette hepimiz biliriz bunları, ne alemi var şimdi bu ahkamın, Desdinova..?

Bilmesine biliriz, ama “dünyanın yuvarlak olmasını” bildiğimiz gibi biliriz.. Biliriz, ancak bir şey yapmayız bu bilgiyle.. Biraz daha bilinçsiz söyleriz bu sözleri.. Eylemde yaşatmayız anlamlarını.. Oysa bu duruma dair gerçek bir farkındalık, hayatın muazzam bir coşkuyla olumlanması sonucunu yaratmalıdır.. Her bir “deneyim”.. Bir deneyimi elde edebilmek için neleri feda edebiliyor insan.. Sadece deneyim etmek.. Sadece belli bir zamanı yaşamak, dibine kadar gitmek.. Herhalde hayatımda feda edemeyeceğim en temel unsurlar bu deneyimlerim olurdu..

"Swirling round with this familiar parable.. Spinning, weaving round each new experience.. Recognize this as a holy gift and celebrate this chance to be alive and breathing.."

Deneyim, tekil bir edimdir.. Bir insanla isterseniz her saatinizi, her dakikanızı yan yana geçirin; yediğiniz, içtiğiniz aynı olsun, durduğunuz, oturduğunuz yerler yan yana olsun, onun deneyimleriyle sizinki bir olmayacaktır.. Deneyim “tekil”dir.. Bir deneyimin zarafetini, ağırlığını bir başkasına anlatmakta zorlanırız o yüzden.. Kimse sizin geçtiğiniz o yolları (en azından o zaman diliminde) geçmemiştir.. Deneyim sizin deneyiminizdir.. Kime anlatırsanız anlatın, belagatiniz ne kadar kuvvetli olursa olsun, o deneyim anını bir başkasına yaşatamazsınız.. Yaşamın bireyselliği burada, maalesef.. Bir nevi "birlikte yaşa, yalnız öl" durumu.. Tüm bu deneyimler.. Tüm bu şarkılar, sözler.. Hepsi bana ait.. Hepsi parmaklarım klavye üzerinde gezerken şu anda ortaya çıkıyor.. Ve çok garip.. Düşünün.. D gitti.. Ü'nün an'ı yavaş yavaş geride kalıyor.. D artık çok geride.. Onun deneyimi yaşandı.. İstesem de "Düşünün" yazdığım an’a dönemem şu an.. “Dönemem” anına da gidemem.. Çok garip.. Zaman yutuyor her şeyi.. Her saniye..

“Yalnız öl” demişken.. Yaşamak nasıl bir deneyimse, ölümün de ondan farksız olduğu kanaatindeyim.. Kesinlikle insanların “ani ölüm, kolay ölüm” gibi isteklerini anlayamıyorum bu yüzden.. Ölüm.. Bir kez ölüyorsun.. Bırak, deneyim et ölümü.. Ölümün deneyimi.. Düşünün.. Gün be gün soluyorsunuz.. Yavaşça.. Her bir hücreniz ölmeye başlıyor.. Vücudunuz değişiyor.. Aklınızın bir yarısı ölümle, bir yarısı yaşamla.. Her gün bir çiçek gibi solduğunuzu görüyorsunuz.. Ölümü deneyim ediyorsunuz.. Her gün biraz daha ölüyorsunuz.. Şiddeti giderek azalan yağmur gibi.. Şarkının sonundaki kısılma efekti gibi.. Yavaşça ve sakince.. Acısını çekerek.. Görerek, son kez.. Hayatın son deneyimi.. Sonra..

Nokta..

Deneyimden korkmaman ve yaptıklarından pişman olmaman dileğiyle..

"Her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan..? Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz an bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz.. Dünyanın hiç bir anlamı yok demek, her türlü değer yargısını ortadan kaldırmak olur.. Oysa yaşamak kendiliğinden bir değer yargısıdır.. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir.."

28 Temmuz 2009 Salı

The Nurse Who Loved Me


"Say hello to the rug's topography
It holds quite a lot of interest with your face down on it
Say hello to the shrinking in your head
You can't see it but you know it's there, so don't neglect it

I'm taking her home with me, all dressed in white
She's got everything I need, pharmacy keys
She's falling hard for me, I can see it in her eyes
She acts just like a nurse with all the other guys

Say hello to all the apples on the ground
They were once in your eyes but you sneezed them out while sleeping
Say hello to everything you've left behind
It's even more a part of your life now that you can't touch it

I'm taking her home with me, all dressed in white
She's got everything I need, some pills in a little cup
She's falling hard for me, I can see it in her eyes
She acts just like a nurse with all the other guys

Say hello to the rug's topography.."

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Arızalı Sinema



"Aynı görüntüler tekrar tekrar oynuyor.. Arka sırada onları izliyorum bellek denen pis, arızalı sinemada.."

Gündelik rutininin hem içinden, hem de dışından yer vereceğim bir konu daha var aklımda.. O da çok sevdiğim ve bir o kadar da beni şaşırtan "bellek" konusu.. Nedir, efendim, bellek..? Beyin nerede yer verir belleğe..? Onca anı, onca görüntü, onca deneyim nasıl unutulmadan sizinle birlikte yaşar, gider..? Nasıl oluyor da tüm bu yaşanmışlıkları anımsayabiliyoruz..? Ki onlar değil mi üzerine hayatımızı kurduğumuz..? Onlar değil mi, bilgeyi bilge kılan..? Onlar değil mi eyleme yön veren..? Onlar değil mi bir insanı bize tanıtan..? Onlar değil mi bizi temelde "biz" yapan..?

Ama düşünün.. Aklınızda seneler öncesine dair ince ayrıntılar gizli.. Resim gibi.. Yazı gibi.. Aklınıza örülü.. Bellek olmasa on dakika sonra ne yapacağınızı bile kestiremez oluyorsunuz.. Belleksiz bir insan yalnızca bir hiç.. Babanızın aldığı ilk oyuncak.. Biçiminden, renklerine kadar net bir şekilde tanımlayacağınız türden.. Ya da annenizin hazırladığı en sevdiğiniz yemeğin tadı.. İlk öpüşmeniz..? Bir insanın yüzü.. Fuarda yanlışlıkla babanız sanıp elini tuttuğunuzun adamın yüzü.. O adamı belki bir daha görmeseniz de hatırlıyorsunuz işte.. Orada bir yerde duruyor imgesi.. 

İsteseniz de kaçamıyorsunuz bellekten.. Bellek her zaman iyi deneyimleri saklamıyor.. Kötüleri de, hatta daha net bir şekilde, size ara ara anımsatıyor ve belleğin durduğu bir yer de yok.. Siz ölene kadar depolamaya devam ediyor.. Devamlı olarak.. Geçmişinizden sıyrılmanıza engel oluyor.. Yeniye gitmenize.. Yeniye yaklaşmanıza.. Bir insanı yeniden tanımanıza bile engel oluyor.. Bellek.. Arızalı bir sinema gibi.. Uzun metrajlı bir film gibi.. Sırf anılara dalarak ağlayabilir, yine sırf anılara dalıp bir anda mutlu olabilirsiniz..



Ancak benim en garip bulduğum bellek türü “kas belleği” denen bellektir.. Yani bilirsiniz işte; yüzme, araba kullanma, diş fırçalama, yazı yazma, saç tarama, oyun oynama vb. gibi.. Öğrenme aşamasında zorlanırsınız.. Öğrendikten sonra artık kas belleğine yerleşir bu hareketler uzun süren tekrarlardan sonra.. İşte en ilginç ve heyecan verici kısmı da burada başlar.. Seneler sonra bile bu eylemleri ilk kez yeniden yapmaya başladığınızda neredeyse hiç zorlanmazsınız, çünkü onlar artık "kas belleğine" işlenmiştir.. Kas belleği biraz daha bilinçsizdir, ancak bir şekilde isteseniz de unutamazsınız muhteviyatını.. 

Bellekleri olabildiğince iyi doldurmaya çabalasak da, hep kötü zaman dilimlerinin sirayet ettiği bellek odacıkları vardır istesek de kaçamadığımız.. Ancak "deneyim"i bellek sağlar bize.. Bazen bilhassa bellekle savaştığım olur bu yüzden.. Bana önceden denediğim bir yolun başarısız olduğunu ve bir daha denememem gerektiğini söyler durur bazen belleğim.. Deneyim ettiğimi ve ona göre davranmamı söyler.. Belleğe savaş açarım ben de kimileyin, sırf ona inat olsun diye.. Denediğim o başarısız yolu bir daha denerim.. Ah işte o zaman başarırsam, ki başardığım da olmuştur, eylemimin adamı hissederim kendimi.. Ezberin zincirini koparır, belleğime yeniden farklı bir şekilde asice dolarım.. 

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Z for Zeka



Deer in headlights

A mental state of high arousal caused by anxiety, fear, panic, surprise and/or confusion, or substance abuse. A person experiencing the "deer in headlights" syndrome often shows behavioral signs reminding those of a deer subjected to a car's headlights, such as widely opened eyes and a transient lack of motor reactions.

“Özellikle, görsel medyada son dönemlerde bazı programlar var ki, bir baba olarak çocuklarımızın, gençlerimizin yarını için bir şeyi vurgulamak istiyorum, hiçbir medya patronu gençliğimizin ahlaki erozyonuna fırsat vermemeli, ona zemin hazırlamamalı. Yarın öyle bir bela olur ki bu bela onları da çarpar, onları da vurur. Onun için güçlü olmaya mecburuz.

Anneler, babalar, ‘Sadece okullarda bu işi çözerim’ diye düşünmeyin. Bizim de üzerimize düşen görevler var. Eğer son zamanlarda bazı arzu edilmeyen cinayetler, katliamlar duyuyorsak ve bunlardan dolayı üzülüyorsak, anne, baba olarak kendimizi de hesaba çekmeliyiz. ‘Acaba biz nerede yanlış, nerede hata yaptık’ bunların da üzerinde durmalıyız. 

Şunu da unutmamalıyız. Dün o dediğim tesisleri denetlemeye giderken orada maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Gerçekten üzüntü vericiydi. Bu şekilde sınırsız, kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor. Onun için aileye sahip çıkacağız. ‘Çoluğumuz, çocuğumuz nereye giderse, gitsin’ diyemeyiz. Kendi başına bırakılan unutmayın, ya davulcuya ya zurnacıya...”

Politik değilimdir.. Politikayla ilgilenmem.. Din gibi bir düzenleme mekanizması bir anlamda benim için.. En nihayetinde temelde insan denetimini kolaylaştırma ve eylemlerini belirlemeye çalışma düzenidir.. Sadece "olmanıza" izin vermemekle kalmaz, garip bir şekilde hayatınızı da şekillendirir.. Kartondan bir ev yapıp içinde yaşamaya çalışmak gibi gelir bana.. Bir anda yarattığın o sahte otoriteye güvenmek.. Neyse.. Konumuz bu değil.. 

“Araba farlarının önündeki geyik” metaforunu aslında söz konusu alıntıyı okuduğum anda yaşadım.. Gözlerim uzun süren karanlığın ardından "göz kamaştırıcı" bir ışıkla bir anda açıldı.. Maruz kaldım yazıya.. Tam anlamıyla bu oldu.. Öylece kalakaldım..

Aslında tek bir adamın sözü değil bu.. Bu toplumun büyük bir bölümünün bakış açısı.. Tezahürat gibi.. Amigo başlatır, tribün de söyler.. Ama ne amigo daha taraftardır, ne de taraftar ondan daha az amigo.. İşler böyle gelişir.. Biri amigo olur.. 

Bugün bir vaaz duydum.. Kimsenin dini duygularına halel getirme niyetinde değilim, ancak sadece bir şey aklıma takıldı.. Vaazda "haneye yaşı hallice olan biri girdiğinde bacaklarımızı üst üste atmışsak hemen indirmeliyiz" diyordu.. Bir tür denetim arzusu.. Düzenleme, şekil verme, "yola sokma".. Hayır, gerçekten saygı ölçütümüzün bu "bacak" olayı olduğunu kabul etsek dahi, bir insanın her daim "yaşlı" taraması yapması mümkün mü..? Düşünsenize mekana yaşlı girecek mi diye sürekli tetiktesiniz.. Hayır, insan aklı sürekli etkin olamaz bir kere.. Dalarsın, unutursun.. Gerçi ben böyle insanlar tanıyorum.. Konuşma yetkisini nereden aldığı belirsiz olan şahsın dediklerini harfi harfine yapan insanlar var.. Sürekli tetikte.. Baskı altında yaşamayı bilen, ezbere yaşayan.. Kitaba uygun..

Tekrar konumuza dönersek.. Aslında alıntımız bu haliyle çok fazlaca anlam ifade ediyor.. Ancak biraz böyle uğruna savaştığımız, çaba harcadığımız, delice kafa yorduğumuz her şeye keskin bir yanıt gibi.. Tam da buydu işte.. Örnek vaka olarak verilecek türden.. Rock müzik dinleyicisi sözünü ettiği.. Yolunu kaybedenler.. Hani ben hep derim ve tüm kalbimle isterim ya.. Sınırsızlık, derim.. Kontrolsüzlük, derim.. Ahlak değerleri yeniden değerlendirmek, derim.. Hepsini söylemiş gibi.. Sanki ben ona, o da bana yazmışız gibi garip bir içtenlikle okudum yazıyı.. "Ahlaki erozyon".. Sözcük seçimi tam anlamıyla akılda kalıcı.. İnsan zihninde sert, telaşlandırıcı ve somut bir görüntü oluşturmaya yetiyor.. Somut bir doğa olayının soyut bir imgeyi anlatmak üzere etkili biçimde kullanılması.. Bir aşınma var, diyor.. Bir yerinden kayma durumu.. Ancak benzetmenin en sakıncalı tarafı, ki ben de o açıktan gireceğim, erozyon olayında üst toprak tabakasının kayarak geriye yeni bir toprak tabakası bırakması.. Daha taze ve sabit.. Bu olayın birinci kısmı.. İkinci açık ise metaforun bir yan anlamı.. Satır arası daha çok.. Kayan üst tabaka kendisinin de sözünü ettiği ahlaki değerler.. Ancak kayan tabakanın altında kalan, yani aslında hep orada olan alt tabakadır.. Yani insanın özü.. İnsanın özgür hali.. Olması gereken hali.. Açıkça söylüyor aslında kendisi de.. Biz özgür ve kontrolsüz bireyin üstünü örten brandayız, diyor.. Tam da otoriteye yakışan bir üslupla.. 

Oysa farkında değil.. 

Aslında benim de iki metaforum var bu gidişatı betimlemek için.. Bir nevi göz önüne getirmek diyelim.. 

Domino taşları.. Kağıttan kaplan.. 



"Devre yapısı seçmeyi ertelediyse de uzun süredir saklı olan şekil ortaya çıkıyor.. Güzel değil mi..? Basit, seçkin ve sade, değil mi..? Ne garip, hazırlanmak için girilen onca zahmetten sonra bu kısa, detaylı eğlenceyi nefes kesen, şiddetli hareketine başlatmak için ufacık bir çaba ve azıcık düşünce yetiyor.. Hafif bir dokunuş, fazlası değil.. Parçalar, dizilişlerinin yol açtığı muzurluğu bizim kadar iyi anlayamıyor: bu felakete gebe; kayıtsız; yasalara uyan sürü, acımasız kaderin yarattığı dalgaya duyarsız.. En çok etkilenenler, en az anlayanlar oluyor ve anlayış yüzünü gösterdiğinde, çok geç oluyor.. Gerçekten o korkunç momentuma kapılmadan tersliğin farkına varamıyorlar.. Muhtemelen onu cesur ve nihai bir hareket, felaketi atlatmak için yapılan ve yardıma koşan son bir hamle zannediyorlar.. ....Zavallı domino taşları.. Önemsiz imparatorluğunuzu kurmak çok uzun zaman aldı.. Şimdi tarihin bir fiskesiyle yıkılıyor.."

Aslında biliyor musun.. Mevcut siyasi yapılanma da beni dertlendiriyor biraz.. Biraz..?

Tetris..



Bir de tetriste hiçbir yere sokamayacağınız bir parça gelirdi ya.. Genelde “z” şeklinde olan çok can yakardı.. Biraz oyuz biz.. Ahlaki erozyon dediğin de oyun düzeninin bozulması olsa gerek.. Böyle sığmıyoruz, değil mi bir türlü bize ayrılan yere..? Karenin, düz çubuğun verdiği o rahatlık, güven hissi yok bizim tarafımızda pek.. Hep böyle bir düşünmeye, ezberi bozmaya iten “z”leriz biz.. Olmayacak, biliyorsun.. Sen de çok iyi biliyorsun..

Biraz daha beklemen lazım.. Sabretmen aslında..

Sıradaki depremi görmek için..

24 Temmuz 2009 Cuma

Kara Tencere.. Kara Çarşaf..

Hep bir şeylerin büyüsü bozulacak illa ki.. Hep birileri çirkin oyunlarını oynayacak.. Hep birileri bir yerden çıkıp sizin hakkınızda değerlendirmeler yapacak.. Hep gelip size “hatalarınızı” anlatacak.. Hep eleştirel bir yerden bakacak.. Sizi hep rahatsız edecek.. Söylediğinize, yediğinize, içtiğinize, baktığınız yere bile yorum yapacak, sizi yanında olabildiğince rahatsız hissettirecek.. Sıkıştıracak, eğip bükecek.. Ağzı yüzü yara bereyle doluyken sizin küçük parmağınızdaki çizikten söz edecek dakikalarca..

İşin düzeni bu, demeyin bana.. Hayır, burada gülerek anlatabileceğim bir şey bana ahlak kisvesinde satılıyor.. Niye uyamıyorum bu oyunlara..? Hep böyle bir işin "adabı" var.. Hep böyle bir "olması gereken” var.. Hep bir “cık cık, ayıp” var.. Çocukluğumdan beri böyle bu.. Annem “sus” der, babam “öyle söylenir mi..?" diye sorar, arkadaşlarım "bu kez abarttın" der, otobüsteki teyze "insanların içinde böyle şeyler konuşulur mu..?" der.. Hayır, konuşmak bu alt tarafı.. Konuşuyorsun.. Bir şey söylüyorsun.. Hakaret değil, övgü değil.. Hiçbir şey.. Sadece konuşmak.. Konuşmanın zevki.. “Onu söyleme, bunu söyleme”.. Yedi bin tane filtreden geçmesi lazım önce sözün.. Usandırıyorlar beni bu geri zekalı hayattan iyice.. Sanki her şey kolaymış gibi.. Böyle “susayım en iyisi” diyerek toplumda yer edinmen bekleniyor.. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum artık.. Aşmışım işte ben, bak, artık böyle doğal bir şekilde anlatabiliyorum geçmişi..

Yeter, artık.. Beni yargılamayın.. Olduğum gibi kabul edin.. “Bu adam çatlak” deyin.. “Sağı solu belli değil” deyin.. Rahatlatın huzursuz vicdanlarınızı tanımlayıp.. Böyle kara çarşaflı kadınlar gibi koşarak uzaklaşmayın.. Ben sizin adınıza, sizin yerinize yaptığınızdan utanıyorum.. Buraya kadar düştük mü..? Buraya kadar geriledik mi..? Sizi bu kadar çirkinleştirecek ne dedim ki..? Kol kola girip “üşüştünüz”..?

İşin en garibi de ne biliyor musunuz..? Suçlu siz oluyorsunuz.. Sizi "bok" gibi ortada bırakıp gidiyorlar.. Bir insan konuşurken onun yanından gitmek kadar büyük bir saygısızlığı yapabiliyorsun.. Ah be güzelim, neden ben suçlu oluyorum..? Neden bir özür bile dileyemiyorsun..? O kadar da zor değil, inan.. Böyle kenarlı, köşeli düşünce yapısında er ya da geç sınıra geleceksiniz.. İşte o sırada kafanızı o köşelere vurdukça, kendinizi aynı sözleri söylerken bulduğunuzda, hatta daha beterlerini yapmaya hazırlanırken kısa bir süreliğine beni hatırlayın.. Çünkü ben ne zaman erkeklerle tokalaşmayan kara çarşaflı kadınları görsem artık sizin kol kola girip kaçışınızı hatırlayacağım..

23 Temmuz 2009 Perşembe

Esaretin İmgelemi / Sodom’un Yüz Elli Beş Günü



“Metaphor for a missing moment
Pull me in to your perfect circle

One womb
One shame
One resolve

Liberate this will
To release us all..”

Biraz daha serbest bu kez.. Bu gece biraz bilinç akışı.. Kare kare.. Resim resim.. Durmadan.. Ne gelirse.. Esaretin sancılı şeridi.. Anılar kabaresinde küçük bir performans.. Bulanık.. Kabus..



Evet.. Önce Mordor.. Neredeydik biz..? Öncelikle Mordor.. Mordor’un kalbindeydik.. Gökyüzü hep yüklü.. Hep kötü bir şey olacak hissini veren, göğsünü sıkıştıran, gökyüzünü küçülten dağlar.. Sis, pus.. Ateş..!



Rüya.. Tüm evi dolduran kum.. Camdan içeri giren yarı karanlık ışık huzmesi ve o huzmenin yoluna girince kendini gösteren toz zerrecikleri.. Karamsar ruhum benim.. "Kal" diyorum, gidiyor.. Hep gidiyor çünkü.. Hep kaçıyor.. Ve o gider gitmez tüm ev kum doluyor.. Boğazımı tıkayana kadar..



Çocukluğumun korkulu rüyası.. Büyük şeyi yutmaya çalışan o küçük, başarısız şey.. Tüm kasları gerilen, başaramadıkça sonsuz yumuşaklık ve bitimsiz imkansızlık hissi veren hacim..



Başka bir çocukluk rüyası.. Kırmızı sonsuz ışık.. Gözlerimi kamaştırıyor.. Dağılıyor.. Saçılıyor.. Ketçap gibi..



Huzursuz uyku.. Tetikte uyku.. Yarı uyku.. Bilincin tamamen kapalı olamadığı uyku.. Konuşan yüzler.. Ölmüş, ölmemiş, bir kere gördüğün, hep yakından bildiğin türlü türlü yüz.. Sana konuşuyor.. Kulağına fısıldıyor.. Aniden uyandırıyor sesler..

Ve yeniden doğuşun hayali.. Alacakaranlıkla.. On beş metrelik hizalarda yatay gözlemlerde aklın betonu delmesi..



Belki de yere düştüğün, artık daha fazla dayanamadığını hissettiğin o meşum anda cennet bahçesinde seni ellerinden tutup "If you can't find a way, no one will.." diyerek seni son bir kez cehennemine kaldıracak gücü verebilecek bir kadın gibi..



Matrix’te yeniden doğuş gibi.. Farkındalık noktasında.. Yarı tedirgin, yarı uyanık..



Uzun süre rahimde beklemek gibi.. Ve en sonunda plasentayı yırtmak gibi..



Yağmuru hissetmek gibi.. Tenine dokunan ilk damlayla hayat bulmak gibi.. Nefes almak gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak..



En dibe kadar düşmek gibi.. O noktaya gelene kadar sabretmek.. Sonra.. Sonra karanlık bir gecede, uğrun uğrun kor halinde yanan yıkıntının içinden tüm gecenin karanlığını aydınlatacak bir ışıkla yenilenmiş ve hazır.. Anka kuşu gibi..



Ve işte en kötü kabusum..! Esaretin zamana yenik düşmek üzere olduğu, gecenin en karanlık olduğu o son vakitlerde gördüğüm 1408 sahnesi.. Düşünün.. Havaalanındasınız.. Eve uçmanıza saatler kalmış.. İşlemlerinizi gerçekleştirmek için masadaki görevliye yaklaşıyorsunuz.. Yüzü bir yerden tanıdık geliyor size.. Gülümsüyor.. Ama durun bir dakika.. Bu o gardiyanlardan birinin yüzü.. 



Sırtınızı dönüyorsunuz.. Etrafta esaret dostlarınız.. Belli belirsiz tanıdığınız o yüzler.. Garip ve gizil bir korkuyu yerine itmeye çabalıyorsunuz.. Güvenlik görevlisi ardında bir felaketin habercisi bir gülüşle sizi selamlıyor.. Yoksa o hapishane müdürü mü..?
Bir anda hepsini anımsıyorsunuz.. Aynı anda hepsi birden havaalanını yıkmaya başlıyorlar.. 



Ellerindeki baltalarla, sopalarla, "dipçikle".. Parkeleri söküyorlar.. Camları kırıyorlar.. Duvarları yıkıyorlar.. Kazıyorlar.. Yıkılıyor havaalanı imgesi.. Havaalanı ve özgürlüğe dair her şey ayağınızın altından kayıyor..



Sonra bir anda kendinizi o esaretin içinde buluyorsunuz yeniden.. Bağırıyorsunuz.. Sesinizi duymuyorlar.. Sizi görmüyorlar bile.. Artık yoklar..



Ve işte o anda belki de en "özgürcesi" sigarayı yakıp o koğuşu ateşe vermekti.. 

Aaahhh..!

Yeter..!

21 Temmuz 2009 Salı

Anti-Kahraman




Anti-kahraman kavramı son günlerde çok fazla aklımda dolaşıp duruyor.. Sevdiğim birçok filmde aslında sevdiğim unsurların filmdeki anti-kahramanlar olduğunu görüyorum.. Kimi zaman bilinçaltımda kendi doğamın bir parçası olarak, kimi zaman olmak istediğim karakterler olarak, kimi zaman da insanların aslında sahip olduğuna inandığım ve hatta tanıklık ettiğim niteliklere sahip kurmaca bireyler olarak.. 



Anti-kahraman; her zaman yalın, iyi tabiatlı, "kusursuz" ve olması gerekeni değil de, genel için “doğru” olanı yapan hayali, gerçekdışı nitelikler taşıyan klasik "kahramanlara" karşı modern insanın bakış açısıyla sunulan nispeten yeni bir karakter türüdür.. "Kahraman" genelde bilinen tüm geleneksel erdemlere sahip, ahlak konusunda kusursuz ve her zaman gözü iyiden başka bir şey görmeyen bir karakterken; anti-kahraman biraz daha gerçekçi ve karmaşıktır.. Anti-kahraman genellikle istediği hedeflerine ulaşmak için, erdemli veya erdemsiz, ahlaklı veya ahlaksız, her türlü yolu kullanır; ancak sırf da bu yüzden en sonunda daha fazla saygı görür.. "Düşmüş" bir karakterin aslında nelere kadir olduğunu gözler önüne serer ve gerçeklik kertesinde otoriteye karşı avangart bir tutum sergiler..



Önceleri “trajik kahramanları” severdim.. Bir tür merhamet duygusundan olsa gerek.. Oedipus’tur, Othello’dur, Faust’tur, Beowulf’dur, Gılgamış’tır.. Ancak onlarda bir şey eksikti.. Bilinç.. Kendi trajedilerini yaratırken bile bilinçsizdiler.. Eyleminin bedelini öderken ne ödediğini çok geç öğreniyorlardı.. Pekala tüm öğrendiklerini göğüslüyorlardı akabinde belki, ancak ben bilinçten yoksun bir kahramanı sevmiyorum artık.. “Farların önündeki geyik” resmi aklımdaki kahraman imgesini gitgide aşındırmaya başladı.. Kahramanlarımda biraz daha ustaca, biraz daha akılcı, biraz daha derin, biraz daha karmaşık, biraz daha insansı, biraz daha az asil, biraz daha dünyevi özellikler bulmak istedim ve işte tam da bu noktada "anti-kahramanları" keşfettim.. Kişisel yetersizliklerine, bencil dürtülerine rağmen kahraman olabilen kahramanları gördüm.. Benim gibi.. Senin gibi.. Onlardan ne nefret edebilirsin, ne de onları ölesiye sevebilirsin.. İşte benim kahramanım..!

Bu da kişisel en iyi 20 anti-kahraman listem:

1. Raoul Duke / Fear and Loathing in Las Vegas
2. V / V for Vendetta
3. Travis Bickle / Taxi Driver
4. Tyler Durden / Fight Club
5. Derek Vinyard / American History X
6. Hanna Schmitz / The Reader
7. Alex / A Clockwork Orange
8. Marv / Sin City
9. Jeffrey Lebowski - The Dude / The Big Lebowski
10. Eric Draven / The Crow
11. James ‘Sawyer’ Ford / Lost
12. Bill 'The Butcher' Cutting / Gangs of New York
13. Edward Scissorhands / Edward Scissorhands
14. Léon / Léon
15. Sweeney Todd / Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street
16. Æon Flux / Æon Flux
17. Patrick Bateman / American Psycho
18. Hayley Stark / Hard Candy

Kategorileri biraz farklı da olsa çok sevdiğim iki anti-kahraman:

19. Kratos / God of War
20. Arthas / Warcraft III: The Frozen Throne

Araştırma yaparken bir de "Byron kahramanı"nı öğrendim ve ister istemez ona da bir yakınlık duydum:

- yüksek düzeyde zeka ve algı
- kurnaz ve uyum sağlayabilen
- karmaşık ve eğitimli
- kendini eleştirebilen ve içe dönük
- gizemli, çekici ve karizmatik
- tutarlılıkla mücadele eden
- baştan çıkarma ve cinsel çekim gücü
- sosyal ve cinsel hakimiyet
- duygusal çatışmalar, çift uçlu eğilimler ve duygu durum bozukluğu
- sosyal kurum ve normlara karşı isteksizlik
- sürgün edilmiş, toplumdan dışlanmış veya kanuna karşı olma
- normalde bir kahramanla ilişkilendirilmeyen “karanlık” özellikler
- makam ve ayrıcalık tanımama
- sorunlu bir geçmiş
- şüphecilik
- kibir
- kendi sonunu hazırlayan davranışlar

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Küçük Bey




Under the shades of indigo.. In the dim half-light..

At an anonymously safe haven.. In a blind spot laden with people seeking oblivion in bottles of alcohol..

A dream weaver.. Feeding on the dreams woven by a dreamer..

Lying on a sofa.. Serene and patient.. Two minds swirling around one another.. Free from judgment, hassle, doubt.. Treading on realms of the familiar.. Wiping the slumber..

Nowhere in the world is less vulnerable.. You know this sentiment.. Swimming against the tide, drifting with the flow of a shimmering and sparkling undertow.. As if right in the pit of your stomach..

Part conscious, part unconscious.. Yet conscious of the both..

 - I hate definitions.. I always fear defining things.. 

- But you said your life is defined..

- But I did not say I like my life..

...

-    I read somewhere in a book.. There are specific smiles which suddenly lighten you up.. It read more or less like ‘She had a smile arousing the feeling that there would be no more rain for ever..’ I think you have one of those..

-    :)

...

 -    One always plays roles in life.. The role of an employee.. The role of a son.. The role of a friend.. The role of a darling.. You can't be yourself..

-      What role are you playing now..?

-       I am not playing a role, I guess..

Been so long..

Just for a change..

Doing nothing but just lying and talking in comfort of finding a place for the head.. Finding an ear for your mouth..