Baş harflerin küçük olmasına takılmadın, umarım..?
30 Haziran 2009 Salı
Başkalık
29 Haziran 2009 Pazartesi
Shiva ve Shakti
Bir insanın asla kendisinin dıştan nasıl göründüğünü, uyandırdığı (ilk) intibayı kestirememesi, gülüşünün tesirini, yüzündeki saflığı, ciddiyeti, kendi kendine kestirememesi ne garip..!
28 Haziran 2009 Pazar
Kristal Zaman
Racing around to come up behind you again
The sun is the same in a relative way, but you're older
Shorter of breath and one day closer to death..”
İnsan aklının algıladığı haliyle “zaman” kavramını çok seviyorum.. Böyle hani yıllarla, aylarla, haftalarla, günlerle, saatlerle, dakikalarla, saniyelerle ölçülen halini.. Olmayan halini, insan düzenlemesinin en belirgin örneğidir yıllar, aylar.. Böyle kendimizi düzenlemek için güneşe bakar, yön vermek isteriz akıp giden o şeye.. Dönen dünya, doğan, batan güneşten feyz alırız.. Kendimize yol gösterecek bir zemindir zaman..
Ama düşünsene.. Zaman inanılmaz görecedir.. Aslında öyle saatlerle, dakikalarla ölçmeye gelmez.. Dişlerini geçirdiğinde, çok sevdiği mekanı da yanına çektiğinde hele..
Dostum, ben zamanın çok hızlı aktığı zamanlardan çıkıp güneşin batmak bilmediği yere gittim.. Ve küçücük camları olan bir arabada günlerce, dakikalarca yol kat ettim.. O makinenin içindeki zaman algısı pek bir garipti.. Araçtan inince, o mekanlarda saatlerce bir gelişimi bekledikçe zamanın ne kadar görece olduğuna bir kez daha ilk elden tanıklık ettim.. Senin için bir gündü, dostum, sıradan bir gün.. Üzerine düşünmediğin bir an zaman ekseninde, lakin benim için bir gün demek hayat demekti.. Her gün bir yaşam daha kurtuluyordu o zaman diliminde..
Öte yandan bakıyorum.. Sevdiğim insanlar gitti, geri geliyor şimdi.. İşte senin zaman kavramının dahilinde ben de buyum.. Ben de böyle görüyorum.. Oysa koca bir evren akıyor göz pınarlarından.. Sen de bunu biliyorsun.. Ve sen, dostum, bu görece zamanda, görece mekanında, görece bedeninle her gün bir adım daha ölüme koşuyorsun.. Sevdiğin her şey de seninle birlikte.. Baksana, zaman dedin de, elini tuttuğum ilk kadının yüzünü hatırlayamaz oldum.. Zaman akıp gidiyor, bazen pençelerini aklımın perdelerine geçiriyor.. İç gıcıklayan bir dürtüyle gözlerimin altındaki sertlik kadar genç bakıyorum güneşe..
Kimseden de bekleme, dostum.. Biri sana zamanın geçtiğini, bir şeylerin seni değiştirdiğini, teninin, boyunun, saçının, gözünün, aklının, algının, bilincinin değiştiğini söylemeyecek.. Sadece sen bileceksin.. Hüznünde ve lezzetinde boğula boğula geçmişinin, hıçkıra hıçkıra sokaklarda.. Tüm ışıklar karardığında bile zaman geçiyor, dostum..
İnsan aklının zamanı algılayışı çoğu kez bilinçsiz.. Bu kadar geçmiş mi, ne günlerdi hey, havasındayızdır genelde.. Çünkü zaman bilinci umutsuz kılar bünyeyi.. Gidiyor her bir gün diye.. Hayallerin zaman boşluğunda kavrulduğunu gördükçe..
Umarım gününü gün edersin.. Umarım “yaşamdan çok ölüme yakın”sındır..
27 Haziran 2009 Cumartesi
İstanbul'u Dinliyorum, Gözlerim Kapalı..
İstanbul gibi şehir az bulunur, dostlarım..
Gündüzünde içiyorum İstanbul'un.. Gündüz vakti içme özgürlüğü.. Sırf bu özgürlüğün tadı için bile kederlenir insan..
Martıları uçuyor başımın üstünde.. Seslerini aklıma kazıyorlar.. O kadar güzel ki gündüz vakti İstanbul'da içmek.. Otoriteye karşı durmak gündüz içmek.. Burada gece içilir içki.. Hafta içiyse kesin gece, hafta sonuysa da çok büyük ihtimal.. Lakin gündüzün, güneşin gözünde başlarsanız içmeye bir kanat boyu kadar özgürsünüzdür..
Hele bir de fonda Pink Floyd varsa.. Sevdiğiniz tüm şarkılar sizin yanınızda bir bir yerlerini almışsa.. Kim daha ne ister..? Gözlerim acıyana kadar güneşine bakıyorum, İstanbul.. Özgürlüğün böylesini beraber tadıyoruz..
Kim ne derse desin, ne olursa olsun, terk etmeyeceğim bu şehri.. Yalnızlığında bile güzellik var.. Bana kocaman bir gökyüzü veriyor bu şehir.. Türlü türlü kuşlar.. Güneşi yakıyor karanlığımı..
Gerçekten şairin dediği gibi, ilk kez..
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı..
26 Haziran 2009 Cuma
Werther İçin
“Emily tries but misunderstands, ah ooh
She's often inclined to borrow somebody's dreams till tomorrow
There is no other day
Let's try it another way..”
Köprü olmayı seviyoruz çünkü.. Dünyalar buluşsun o dönüşsüz akımında iyonların.. Bu yeni dünyaya uzanan dev gözün kollarında ne varsa bizim olsun diye.. Denizler üzerinde sıçraya sıçraya, dalgaların sırtına binerek.. Ardına kartalı alıp uçasın diye..
Emily oynasın diye.. Aklın çöllerindeki vahalarda.. Kartala yaren.. Topraktan korktuğu yerde insan.. En güvenli yerler O’nun kollarıysa.. O’nun varlığı hücrelerinin canlılığına muhtaçsa.. Sırtında ilerleyen bir ter damlası gibi.. Terleyen avuç içleri kadar yalansız ve neşeli..
Dünyanın neşesi aşkta dostlarım..! Beni alın, nereye götürürseniz götürün, aşık olduğum zaman kadar özgür olamam.. Dünyanın en hayat dolu yeri O'nun yanı değilse neresi..?
Peki dostlarım, dinleyin beni.. Düşünün..
Yeşil kıyafetlerin içindeyken, Emily.. Seni sordum dağların ortasında.. Yankılarını duydun mu kalp atışlarımın..?
Bir kayanın üzerine yaslanıyorum..
“Şu anda Sana yalan söyleyemeyeceğim, Seni en çok istediğim, Seni en çok sevdiğim, Sana istediğimi söyleyebileceğim, Sana doğruyu söyleyeceğim, Senden vazgeçemeyeceğim, Sana yalan söylesem de bir çıkar elde edemeyeceğim, Senden kaçamayacağım, yokluğunda kendimi oyalayamayacağım, Senin yerine başkasını koyup sevemeyeceğim, Senden hiçbir çıkar bekleyemeyeceğim, bana asla yardım edemeyeceğin yerdeyim.. Seni seviyorum, çünkü bana katlandın; Seni seviyorum, çünkü beni dinledin; Seni seviyorum, çünkü vücudunu ve ruhunu bana teslim ettin; Seni seviyorum, çünkü beni hep anladın; Seni seviyorum, çünkü beni seviyorsun.. Bir gün, bir yerde, bir zaman diliminde yine bir aşk ekseninde Seni tanıyacak, Seni hayatıma alacak ve olabildiğince seveceğim.. Beni özgür bırak, bana yaşama hakkı tanı, Sana ait olmamda koşulsuzluk arama, kendini ve beni tanı, konuş benimle, iste ve al; isteyip almama izin ver; sözlerimi ve isteklerimi ciddiye al ve Sana en katı, en duygusuz, en sert sözleri söylerken bile Seni sevdiğimi bil ve asla aklından çıkarma.."
I'll give you anything
Everything if you want things..”
25 Haziran 2009 Perşembe
Ruhumun Gardiyanlarına
İstanbul kasvetli bugün..
Ve ben kendi kafesimin içindeyim.. Kendi ellerimle süslediğim, yem kabını bir köşesine, su kabını diğer köşesine astığım, boş bakışlarla demirlerini sildiğim, açıklarını ellerimle onardığım, en son da sırtına cila vurduğum gümüş kafesimin..
Saatimin yanı başına koydum kafesimi.. Akreple yelkovan manzarası istedim inatla.. O ritmik sesini duyayım diye kadranın.. Ruhuma üflesin kristal zamanı diye.. Üflesin de var olduğumu bileyim diye.. Nefes aldığımı bileyim diye.. Orada bir yerde, kafesin içinde durmakta olduğumu unutmayayım diye..
İstedim ki tüm bildiğim uzam kafesin içi olsun.. Bana sığınak olsun.. Beni gök kubbeden korusun.. Üzerime kimse, hiçbir şey yığılmasın.. Düşse de bir şey olmasın.. Kafesim beni korusun, bana sahip olsun istedim..
Kendi ellerimle iplerimi boğazıma geçirdim ben.. Kendi diktiğim darağacına asıldım.. Boynumdaki izler, sanma ki, kolyemdendir.. Her gün ölümü boynuma asıyorum ben.. Her gün ölü çiçekler yağıyor üzerime.. Karanlığın en uzun sürdüğü yerde, ben içindeyken zamanın orayı terk ettiği yerdeyim..
Dakikalar, saniyeler hapishane dostlarım benim.. Yuvarlaklar çiziyor, sonsuz bir döngüde, zihnim karanlıkta.. Sahneler yaratıyor oyuncusuz.. Trajedi yaratıyor.. Bilincim, algım, karakterim, ruhum, aklım, duygularım bedenimden ayrılıyor benim.. Her birini elime aldığımda katran akıyor avuçlarımdan..
Kafesimde gümüş demirler var benim.. Aklımın zindanında gümüş kafes.. Saatlerce kendimi paraladığım, ellerimi betonlarına vura vura kanattığım duvarlarım var benim.. Hiç farkında olmadan biteviye kafamı vurduğum.. Vura vura delemediğim.. Yangınları yutan duvarlarım var benim.. Vaveylalarımı dişleyen kafes kemirgenlerim.. Sırtıma yaslandıkça yaslanan, solgun gözlerime göz diken, ayağımdan, kollarımdan, her yerimden çeken cehennem zebanilerim..
Sonunu bilmediğim bir hüzün mevsimi var burada..
Umarım boğulursunuz..
24 Haziran 2009 Çarşamba
Novalis'in Mavi Çiçeği
“It is not a war on drugs, it is a war on personal freedom..”
Öyle deme, dostum, özgürlük demiştin.. Özgürlüğü tanımladın bana.. Aslında en büyük hatan da bu oldu.. Tanımladın, belirledin, sınırladın umman kadar özgürlüğü.. En sevdiğin tanımlarından birini ölçüp biçip giydirdin ona.. Hemen sınırlarını çizdin, hemen uzayının sınırlarını çizdin ki kendini güvende ve belirli hissedesin.. Bir düşün, “özgürlük” hiç tanımlanabilir mi..? Bir düşün, sen hiç “özgür” oldun mu..? Bir düşün, özgür olmanın verdiği o boşluk, maruziyet, çıplaklık, denetimsizlik ve bilinmezlik hissiyatını tattın mı..? Senin “özgürlük” kavramın “belirlenmiş”, dostum ve sen bunun aksine “tutsaklık” diyorsun.. Bense ikisinin arasında pek bir fark göremiyorum..
23 Haziran 2009 Salı
Değişim
İnsanlar değişiyor, gözler değişiyor.. Bir orada, bir burada herkes.. Aynı zeminleri kaybettikçe yalnızca insanların değişimlerinin seyrine dalıyorsun.. Aslında zemin değiştirmekle ilgili daha çok, çevrenle, tanıştığın insanlarla, gittiğin yerlerle.. Gördüğüm kadarıyla değişim kaçınılmaz oluyor.. Acaba ben de değiştim mi..?
Artık nasıl görünüyorum dışarıdan..? Değişmiş olsaydım da değişimi fark eder miydim..? Başkalarınınkini fark etmek kadar kolay olur muydu kendi değişimini görebilmek..?
Saçın, kıyafetin, tavrın, duruşun değişmesi değişimin ipuçlarını yakaladığın ilk yer olsa kalanını nasıl belirlersin..? Aynı beynin gelişimi mi, değişimi mi kalanlar..? Ben değiştiysem neden beynimin bundan haberi yok? Değişimi bana söyleyecek kişi benden başkası mı..?
Yıllar önce gördüğüm filmi bugün izlediğimde farklı odak noktaları bulmamı veya bazen daha da ileriye gidip eskisi kadar sevmememi değişime mi bağlayabilirim..?
Beynimdekilerin değiştiğine değil, geliştiğine inanıyorum.. Ama gelişim de bir değişim değil midir..? Gelişerek geldiğin son noktayla çıkış noktan arasındaki fark bir değişim midir..? Düşünceler değişirse insan da değişir mi..?
Acaba tüm bu çevresel etkenlerden kurtulabilsem değişimim durur mu..? Değişim bana bağlı bir şey mi, yoksa tamamen çevrenin tetiklediği bir şey mi..?
İstasyonda görüp konuştuğum bir adamın hayat hakkındaki sözleri beni değiştirebilir mi..? O zaman değişimi o bu başlatmış olur, ben mi..? O başlatırsa bu gelişim sayılır mı..? Peki, bu gelişim sayılırsa özgür bir gelişim midir..? Gelişimimin bir sürü yollarından biri midir yalnızca..? Ve sadece istasyondaki bir adamı görmekle ilgili midir bütün hepsi..? Onu görmesem farklı biri mi olurdum..?
Değişimin karakter üzerinde etkisinin olduğunu düşünürsek tam tersini de düşünmek olanaklı olur mu..?
Karakterim var mı..? Karakter kabının içine neleri doldurabilirim? İyilik, kötülük, hak, kıskançlık, kurnazlık, dürüstlük..?
Kurnaz olan birinin dürüst olma ihtimali var mıdır? Dürüst bir kişi sonradan değişir mi..? Değişim karakteri değiştirir mi..?
Sen kendini aynı sansan da aslında gerçekten değişmiş misindir..?
22 Haziran 2009 Pazartesi
Ateş Dansı
Gözler değişmeli, kafa değişmeli.. Eskiden kullandığımız gözlerimizi yerinden çıkarıp kafamızı kökünden koparmayı öğrenmeliyiz.. Düşündüğünde çok zor değil aklın muhteviyatını değiştirmek.. Değerlerle başa çıkmayı öğrenmek gerek önce.. Herkes bunu der, ben bunu derim kertesinde bir başkaldırıdan veya başa çıkma biçiminden bahsetmiyorum.. Derinin altına kazınmış, öğretilmiş, bilinç dışına yerleşmiş değerleri bağlamından söküp onlarla birebir dans etmekten söz ediyorum.. Onları tek tek ayırmaktan, akılla baş başa bırakmaktan söz ediyorum.. Günlerce düşünmekten, tül gibi ardını görene kadar onları seyreltmekten söz ediyorum..
Örneğin "namus" değeri.. Bu değerin bizim toplumumuzun değerler cetvelindeki yeriyle başka bir toplumdaki yerini karşılaştıralım ve "namus" kavramının değişken ve kaygan bir zemin olduğu konusunda hemfikir olalım öncelikle.. Bundan sonra düşüneceğimiz bir sonraki aşama içkinleştirdiğimiz bu namus değerinin doğasını ve bu kavramın ebeliğini yapan toplumsal normları aramak.. Bu normları "özgür" ve "bağımsız" bir us ile değerlendirmeye alalım.. Onları sınayalım.. Gerçekten gerekli veya dayanağı olan normlar mı..? Hayatımızı anlamlı ve yaşanabilir bir hayat, varoluşumuzu arınmış veya esrimiş bir varoluş yapıyor mu..? Sen kendi yanıtını verirsin, ben kendiminkini, bu bölümde son derece "biziz" ve özgürüz.. Bana sorarsan ben "hayır" yanıtını veriyorum.. Namus pahasına insanların üzerine yapıştırılan yaftaları, bu uğurda kurban edilen güzellikleri, hayatları düşündüğümde onun bu toplumun bir silahı olarak görüyorum ve her tür silaha duyduğum karşıtlığı burada da dile getiriyorum..
Duydukların kötü gelebilir, belki de düşüncelerini yansıtmaz, ancak şu var, doğamızda bir başka kadın veya erkekle olma arzusu ve dürtüsü var.. Bunu bir düzene sokmak isteyen korkaklar normu belirliyorlar ve ardından aynı korkuyu taşıyanlar bu normu bir hamlede kucaklıyor.. Bir tür anlaşma gibi, korkudan doğan bir birliktelik gibi.. Yapay ve gerçekdışı.. Bu normun oluşumundan haberdar olmayan bizler doğduğumuz günden itibaren "namus" kavramıyla kamçılanıyoruz, kendi muhakememize alamadan hem de.. Bu ne kadar mekanik ve aşağılayıcı ki.. Bu benim dünyam, dünyamın sınırları çoktan çizilmiş.. Oysa içimdeki dürtüyü her bastırmak istediğimde "namus" kavramımı kendim yaratırım, o vakit "namus"un tanımı benim yaptığım tanım olur ve kavramın temellendirmesi de bana ait olur.. Sadece bana öyle anlatıldığı, öğretildiği için değil, kendim için ve kendi adıma düşünerek eylemime karar veririm.. Korkudan değil, hür irademden ötürü ket vururum ve kendi eylemimin insanı olurum..
İşte özetle bir değerin sorgu filtresinden geçişi, yargılanışı, ele alınışı, gerekiyorsa yıkılışı ve yeniden yaratılışı süreci bunları kapsıyor benim düşünümde.. Evet, dostum, yeni bir göz, yeni bir kafa mümkün..
21 Haziran 2009 Pazar
Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi
"Sen en iyi çobandın, çünkü hiç koyunun olmadı.."
İşte öyle bir noktadayım ki.. Bakıyorum.. Değerleri ayırmaya başlıyorum, gözümün önünde parça parça ayrılıyorlar, hepsi düşüyor bir bir yerlerinden.. Şimdi o dünyayı düşün yine, çevresinde havada, boşlukta süzülen bir sürü değer var.. Hepsi insan ürünü.. Hepsi bizim yaratılarımız.. Ama öyle engellemişler ki bizi.. Belli bir sınırın üzerine yürüdüğümüzde o değerlerin bedenimizdeki yansımaları bir iç veya dış ses olarak kösteklemiş bizi.. Hep durmuşuz.. O biricik değerler için..
Ben artık onlardan kurtulmak, onları ateşe vermek istiyorum.. Yıkmak istiyorum, evet canları acıyacak, benim de acıyacak, ne de olsa anılarımda hep onlar var.. Ama ben onlarsız yaşayabileceğimi gördüm.. Kendi değerlerimi yaratıyorum artık.. Ben kendimi yaşamak istiyorum.. Yaşatılmak değil.. Yeter buraya kadar.. Yaşatıldım.. Artık görüyorum ve kendi şimşeğimi sürmek istiyorum.. Artık kendi bulutlarıma yağmur olmak istiyorum.. Bu süreç acılı, sancılı olacak.. Hatalar, sil baştanlar olacak.. Ama o özde kendime ait olacağım.. Tamamen bana ait olacak her şeyim.. İster misin? Bunun için savaşır mısın? Eski dostlarını öldürmeye hazır mısın? Duvarları sen de görüyorsun artik, onları yıkmaya hazır mısın..? Salt kendin kokmaya hazır mısın..?
20 Haziran 2009 Cumartesi
Yaşam ve Sisifos
18 Haziran 2009 Perşembe
Yargılar ve Kategoriler
''Algının kapıları temizlenseydi insana
her şey olduğu gibi görünürdü, sonsuz
çünkü insan kapatmıştır kendini,
ta ki her şeyi mağarasındaki dar çatlaklarından görene dek..''
Yargı ve kategorilere ayırma.. Yargı ve hayatı büsbütün kolaylaştıran, ivedi karar almaya olanak veren kategorilere ayırma yetisi gündelik hayatta iletişimi zorlayan, felç eden bir gerekçe olarak duruyor karşımda.. Yargılar, öznel olanlardan söz ediyorum, dayandığı temeli akıldan aldığında kişinin duruşunu ele verebilir, aynı şekilde norm biçiminde sunulan yargıları içkinleştirmiş bireyin duruşu da gayet açık olur.. Hangisi iyi-kötü yargısı bana ait olmazdı herhalde.. Ancak kendi öznelliğimi önüme koyduğumda en azından içine oturtulduğum çerçeveyi süsleyen ve ben doğmadan hazırlanmış normları ve onların doğurttuğu yargıları reddedecek kadar tekil ve korkusuz olmayı seçiyorum..
Çağımın şu vaktinde iletişim beklentiler ve bunun tatmini üzerinden gerçekleşiyor, ancak şu var, iletişim tanımım, yine öznel olmakla birlikte, başkalığı kucaklamaya hazır olduğundan beklentiyle yaklaşmadan, kısa yollar aramadan sarp bir erek üzerinde yol alıyor.. Zaten bir bireyin vardığı yargıların kendi başına anlamsız kalmaya mahkum olacağını düşünüyorum.. İşte o noktada iletişim devreye girecektir.. O vakit parçalar başkalıklarını kaybetmeyecek, sadece çeşidin uyumunu göreceğiz ve bundan hoşnut olacağız.. Büyük bir yapboz içindeki küçük ve uyumlu parçalar.. Girinti-çıkıntı noktalarındaki iletişimsel ağ.. Tek ve büyük bir resim içindeki uyumlu renkler, hepsini birbirine topladığında ''küçük'' olanlar anlamlı,''büyük'' olan bütün..
Öte yandan yargılar da hiç olmasaydı belki bir karar almak mümkün olmayacaktı hiç bir konuda, ancak sınırı zorladığında ise çok büyük yanılgılara neden olduğuna şahit oldum.. Belki de sebep hızdaydı.. Çözümün de denge olduğu açık o zaman.. Bu bir nevi temel hareket noktası gibi.. Bir orta nokta, ılımlı yaklaşım.. Bir kum saati gibi.. Doygunluğa vardığı zaman geri çevirmek gerekir.. Devinimi sağlamak için.. Ama bu da bir dengedir işin özünde.. Zamanı dolunca harekete geçmek.. Ama dolana kadar da sabırla beklemek.. Bir toplumun devrime gidişi gibi.. Yıkmak için zamanı geldiğinde sınırları zorlayabilirsin.. Ömrünü tamamlamıştır çünkü o yargı.. Tabii ki bu uğurda vaktinden önce veya ölü doğumlar da olabilir, ancak doğada yaratmak için kaynak bol.. Bazen aklın şaşaladığı bir an gelebiliyor, o vakit dengeyi doğada aramak bir zemin olabilir..
Özetle, iletişimin yeri ve önemi çok büyük.. Yoksa kendi zihnimizin duvarlarını aşamayız.. İletişerek eklemek, çoğalarak büyümek daha iyi.. Hızlı ve tekil bir büyüme sonrasında balon kadar hassas olabilir birey.. Ufak bir hamle tüm dolgunluğu alabilir..
17 Haziran 2009 Çarşamba
Büyükşehir Keşmekeşi
Günümüz dünyasının bu denli farklılaşmaya gitmesinin ardında yatanın bilgiye rahatlıkla ulaşılabilmesi olduğunu düşünüyorum.. Sayısız kitap, İnternet, birçok kültüre yaklaşmayı rahatlaştıran seyahat kolaylığı ve ucuzluğu insanların temel ve merkezi düşünce biçimlerini parçalara ayırıp bütünü kavramaya uğraşmak yerine bireysel ayrıntılardan daha çok keyif almasına, çoğu zaman onlara takılıp kalmasına neden oldu.. Bu da iletişimin kalitesinin bozulmasına, hatta seyrelmesine yol açtı.. İnsanlar her ne kadar başkalığa açık olduklarını iddia etseler de en çok da kendilerinin de vakıf oldukları konulardan konuşmayı severler.. Aslında konuşma fırsatlarını arayıp buldukları zamanlar da hep bu zamanlardır.. Bu gibi fırsatları bulmakta güçlük çeken insanlar ya kendileriyle neredeyse birebir aynı yaşamı idame ettiren insanları seçiyorlar ya da zorunlu muhabbetler dışında olabildiğince içedönük ve yalnız kalmayı tercih ediyorlar..
İstanbul tüm bu senaryo için ideal bir sahne.. Bu küçük gözlemi destekleyecek sayısız örnek bulabiliyorsun.. Daha küçük yerleşim alanlarında bilgiye ulaşma yollarının daha kısıtlı ve merkezi olduğunu müşahede ettim.. Böylelikle ortaklıklar çoğalıyor, bilgi katlanarak (dağılarak değil) büyüyor ve iletişim seviyesi üst seviyede olabiliyor..
16 Haziran 2009 Salı
Sanal Evrim
Sanırım insanın evrimi durdu veya başka bir forma büründü.. Durdu, demek bir dizi düşünce silsilesini yadsımak olurdu elbet, ancak insanın, doğasının dışında bir yere doğru gittiğini öngörmek pek de yersiz bir düşünce olmazdı..
Spinoza'nın da bahsettiği gibi doğa kuralları bizim sınırlarımızı belirliyordu ve tanrısal olanın emareleriydi, ifadesiydi bir anlamda.. Ancak on beş yaşında, doğanın bu kurallarına uygun yaşayan bir gencin telefon, bilgisayar, televizyon, makyaj, lazerler vb. gibi doğanın özünden bağımsız gelişen ve gündelik hayatta hâkimiyet kuran sayısız olguya karşı direnci kalmamıştı.. Artık doğasının dışında, onun için açılan tüm diğer kapılardan farklı yollarda yürüyebilme olasılığı vardı..
Toplumun normları, medeniyetin varlığı düşünme, hissetme ve algılama biçimlerini baskın bir şekilde değiştiriyordu.. Şöyle düşünürsek, artık büyük betonların, alıcıların, vericilerin, arabaların, bilgisayarların oluşturduğu bu yeni düzende insan doğa diye tabir ettiğimiz gerçeklik olgusundan kopuk bir yaşam idame ettirmeye başlamıştı.. Tamamen farklı ve sanal/elektronik/mekanik yeni düzende evrimenin başka bir form kazanması pek de şaşırtıcı olmazdı..
Düşünüyorum, kırlarda bu yaşa kadar yetişmiş bir benle bu suni dünyada gelişmiş ben arasında ne gibi (şu aşamada yalnızca) fiziksel farklar olurdu..? Sanırım tüm bu sorgulamaya en iyi yanıt bu olurdu.. İkizleri böyle bir deneye tabi tutmak çok mu acımazlık olurdu..?
Söyle, bana okurum, gündelik hayatında doğanın kuralları diye bilinen kuralların kaçına rastlıyorsun..?
15 Haziran 2009 Pazartesi
Önsöz
Her şey yaratma isteğiyle başladı..
"Gündeliğe Övgü" nedir?
Blogu adlandırma aşamasında “Bilince Övgü”, “Algıya Övgü” ve “Gündeliğe Övgü” seçeneklerinden biri üzerinde karar kılmaya çabalıyordum.. Aslında seçimi güçleştiren durum blog muhteviyatının temel anlamda bilinç, algı ve gündelik hayatın her birini de kapsayacak nitelikte olacağıydı.. Bu anlamda senden Gündeliğe Övgü’yü, nam-ı diğerleriyle beraber anmanı isteyeceğim sevgili okurum..
İlerleyen günlerde blogu okurken izlemesi, bir hamlede hazmedilmesi güç içeriklerle karşılaşman çok olasıdır.. Ancak yılmadığın sürece birlikte bilinç, algı ve gündelik hayata dair derin bir içgörü yaratacağız.. Tüm gayem ve çabam bu yönde olacaktır..
Tekrar hoş geldin, okurum.. Tekrar hoş buldum..