“The old God, wholly "spirit," wholly the high-priest, wholly perfect, is promenading his garden: he is bored and trying to kill time. Against boredom even gods struggle in vain. What does he do? He creates man--man is entertaining... But then he notices that man is also bored. God's pity for the only form of distress that invades all paradises knows no bounds: so he forthwith creates other animals. God's first mistake: to man these other animals were not entertaining--he sought dominion over them; he did not want to be an "animal" himself.--So God created woman. In the act he brought boredom to an end--and also many other things! Woman was the second mistake of God.--"Woman, at bottom, is a serpent, Heva"--every priest knows that; "from woman comes every evil in the world"--every priest knows that, too.”
“Once the concept of "nature" had been opposed to the concept of "God," the word "natural" necessarily took on the meaning of "abominable"--the whole of that fictitious world has its sources in hatred of the natural (--the real!--), and is no more than evidence of a profound uneasiness in the presence of reality”
Bu sözler Nietzsche’nin Deccal’inden (The Antichrist).. Lars von Trier’in son filmiyle aynı adı taşıyor eser, evet.. Rivayete göre de Lars von Trier’in başucu kitaplarından biriymiş..
Filmi izlemeden önce Deccal'i okumuş olduğum için ister istemez filmle Deccal arasında bağlantı kurmaya başlamıştım.. Biraz araştırma yaptıktan sonra bu bağlantının giderek daha da belirginleştiğini gördüm.. Filmde kadın için çizilen korkutucu bir portre var..
Öncelikle “erkek” çok sakin, akıllı, gerçekçi ve aşırı karmaşık değil..
“Kadın” ise nevrotik, kurnaz, batıl ve aşırı karmaşık..
İlk darbeyi burada vuruyor Lars von Trier..
İkincisi kadının tez konusu olan “gynocide” (femicide - kadın katliamı).. Başlangıçta tarihteki olayları eleştirel bir şekilde incelemek, büyücülükle suçlanan Orta Çağ kadınlarını savunmak vb. amaçlarla tezine başlayan karakterin, olayları dışarıdan izleyen bir gözlemci olmaktan çıkıp, bir anlamda kendini kaptırarak anti-tezin tarafına adım atmasıyla ve tüm olanlar için haklı sebepler bulmasıyla devam ediyor.. Burada Trier kritik bir savaş başlatıyor kadının aklında.. Yaptıkları, yaşadıkları ve kendini yerine koyduğu gerçeklik kadının kendisine karşı açtığı savaş oluyor.. “Me..!”
Üçüncüsü ve belki de en can alıcı noktalarından biri de “Doğa” göndermesi ve ardından da doğa diyalogu.. Nietzsche için doğa Hristiyanlıkla birlikte insanoğluna düşman görünmüştür.. Hristiyanlık insanları doğadan/gerçekten koparmıştır.. Bu yüzden doğa şeytanla anılmaya başlamıştır, der Nietzsche Deccal’inde.. Filmde de kadın karakterimiz doğadan pek bir korkmaktaydı, hatta başlangıçta en büyük korkusu olarak doğayı söylemişti.. Daha sonra korkusuna başka bir boyut daha getirerek Nietzsche’yi onaylayan “Nature is Satan's Church..” sözü gelir.. Tabii ki tüm bu olayların kadının erkeğin ilk günahı işlemesine neden olan Eden (Cennet Bahçesi) adlı bir mekanda, yani tıpkı yaratılıştaki gibi doğanın kalbinde geçtiğini de unutmamak gerekir.. Ve son olarak da tabii ki şu can alıcı sözler:
Öte yandan film ilerledikçe kadın giderek doğadan korkmamaya, aksine doğada hayat bulmaya başladı.. Cinselliğini, en derin ve özel duygularını bile doğanın kalbinde yaşamak istedi.. Yani şeytanın tapınağında.. Hristiyanlığın korktuğunun ve korkuttuğunun aksine.. Tıpkı Orta Çağ’ın büyücü kadınları gibi.. Doğadan buldukları otlarla iksirler yapan, dengesiz ve özgürce doğayla bir olan, doğayla "sevişen", doğayı kutsayan ve kendini doğayla özdeş hisseden cadılar gibi.. Ancak doğa ve gerçekle bu kadar iç içe olan bu mistik kadınların hunharca katledilmesi kilisenin verdiği bir karardı.. Kadın, "aşırı özgür"dü ve tanrıyı yadsıyarak büyüyle uğraşıyordu.. Tüm bunlar kadını katletmek için haklı bir nedendi.. Bastırılması gerekiyordu kadının.. “Ait olduğu yere” dönmesi, çünkü özgür doğa şeytana aitti.. Kitaptan bağımsız bir işleyişi vardı..
Kadın karakterimiz filmde, özellikle sonlara doğru doğaya/en büyük korkusuna hükmetmeye başladı ve korkulan Orta Çağ kadını figürüne bürünüverdi.. Bir nevi Şeytanın oğlunu çağırdı kendinde.. Antichrist oldu kendince.. En sonunda da İncil'de İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen Üç Kral’a ve hediyelerine (altın, buhur ve mür) bir "anti" kavramlar üçlemesiyle yanıt veriyor Trier.. Üç Dilenci.. Bu üç dilenci de doğanın kalbinden geliyorlar Antichrist’ın doğumuna.. Biri geyik, biri tilki, biri de karga ve hediyeler de filmin bölümlerinin adları olan matem, acı ve umutsuzluk.. Ve sonunda Antichrist doğuyor..! Yine burada da İncil’in antiteziyle geliyor Lars von Trier doğanın kalbinden..
Yine el kamerasıyla çekilmiş bir Dogma 95 yapımı olarak gerçekten inanılmaz bir şekilde sembollerle dolu olan bu karanlık ve kasvetli film de insanı “iyi” veya “kötü” derecelendirmesi yapamayacağı bir noktaya getiriyor.. Her filmi izledikten sonra hemen bir yargıda bulunmamaya çalışan biri olarak, uyuyup uyanmayı bekledim film üzerine düşünmek için.. (“filmin üzerine uyumak”, diyorum ben buna..) Çok fazla şok edici sahnesi, gerçekçiliği ve devamlı olarak filmin arka planında usul usul ve sinsi bir şekilde bekleyen kötülük var.. Film hiçbir fazlalıktan/aşırılıktan kaçınmıyor.. İzlenilebilirliği umursamıyor.. Filmden öte bir yere götürüyor sizi.. O korkuyu ve yalnızlığı hissediyorsunuz.. Filmlerde genelde “Bu bir film nasıl olsa..” hissiyatı vardır ya, işte mesela bu filmde yok.. Ben ki izlediğim onca filmin ardından Pasolini’nin “Salò ya da Sodom'un 120 Günü” filminden sonra ilk kez birkaç sahneye bakamadım..
O yüzden ben filmin bir "anti-film" olduğunu düşünüyorum.. Gelecekte böyle bir akım doğar mı, bilinmez.. Ancak kanımca Antichrist bir anti-film.. Barındırdığı her anti kavramdan adına ve aldığı “anti” ödüllere kadar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder