13 Ağustos 2009 Perşembe

Kırık Ayna



Bir yazarın iki benliği vardır derdi üniversitedeki Göstergebilim eğitmenimiz.. “Sosyal benlik” (le moi social) ve “edebi benlik” (le moi littéraire)..

Bu iki benliğin örtüştüğü veya örtüşmediği birçok yazar vardır.. Ancak örtüşmesi beklenmez.. Bir başka deyişle yazan kişinin yazdıkları, yarattığı karakterler kendi hayatıyla, düşünceleriyle veya istekleriyle ilintili olmak zorunluluğu taşımaz..

Misal Honoré de Balzac çok yemek yiyen ve pejmürde yaşam biçimini seven bir kişi olmasına karşın "Kadın iyi hazırlanmış bir yemek masasıdır, yemekten önce ve sonra farklı görünür göze..” sözlerini kaleme almış bir yazardır.. Oysa kendisi gündelik hayatında bu konuda pek bir özensizdir.. Yani hem yemek, hem de kadın konusunda..

Zira yazar kimliği biraz daha kendinin dışında olabilme özgürlüğü de sunmaktadır.. Bir anlamda normalde yaşamadığın, yapmadığın, düşünmediğin her bir hadiseyi, yazarken apayrı bir biçimde yansıtabilirsin.. Ya da normalde bastırdığın, sakladığın düşünceleri, yazarken rahatlıkla ve bir çırpıda ifşa edebilirsin.. Bu iki kimliğin birbirine karıştırılmaması icap eder bu yüzden..

Burada “edebi kimliği” sosyal olmayan benlik olarak ele alırsak kişinin kendine sakladığı, sosyal yaşamında dışa vurmadığı bir benlikten söz edebiliriz.. Aslında rahatça dillendiremediği hislerini kimsenin tesiri ve baskısı olmadan söyleyebilen açılımı olan bir benlik de söz konusu olabilir..

Bu anlamda kişileri tanımak için bilhassa onlarla bire bir konuşmayı severim.. Sosyal ortamda çekinme ihtimallerini göz önünde bulundururum.. Herkesin içinde açıkça söyleyemediği, gizli bıraktığı yanları olduğunu varsayarım.. Aslında bazen sosyal benlikler yapmacık görünür bana.. Kişilerin bir tür rol oynadığını düşünürüm toplum arasına karışınca ve olabildiğince kendi olmaktan uzak davrandıklarına inanırım.. Bu nedenden ötürü diyalog geliştirme taraftarı olurum ve konuşma atmosferini olabildiğince yüz yüze ve bire bir hale getirmeye çabalarım, ki o vakit muhabbetin iki kutbu da birbirine yüzde yüz oranında odaklanabilir..


Öte yandan ben elimden geldiğince “edebi benliğimi” “sosyal benliğimle” hizalamaya çalışırım.. Tabii bu da belirli sorunları beraberinde getirir.. "Aaa, şimdi oldu mu bu dediğin..?", "Herkesin önünde söylenmez..”, “İnsanlar diğer insanlardan çekinir böyle söylersen..” gibi laflar duyarım zaman zaman bu yüzden.. Ciddiye aldığımdan değil, ancak enteresan bir konudur.. Sosyal ortamda ortamın tüm bireyleri tarafından kabul edilmiş davranış kuralları bütününe vurulan ani ve büyük bir darbe gibidir bir kişinin filtre tanımaksızın konuşması ve insanlar bundan çok korkarlar.. Bir nevi beklenmedik bir durumla nasıl baş edeceğini, bu durumu nasıl ele alacağını bilememe hissidir karşılaştıkları.. Sosyal davranış kuralları bireylerce kabul edildiğinden önceden bilinir ve herkes birbirine sözsüz biçimde böyle bir ortamda neyin beklendiğini veya beklenmediğini önceden söylemiş olur.. Ancak sosyal davranış kuralları konusunda agresif davranan bir kişiyle karşılaşmak bastırılamayanların duyulabilmesi "tehlikesini" yaşatır.. Devamlı tetikte olma durumu hissedilir.. Her an denetlenemeyecek bir durumla karşı karşıya kalma korkusu..

Bir belgeselde yavru bufalo genç kaplanlardan kaçmıyordu.. Normalde kaçma-kovalama düzenine alışmış kaplanlar bu durum karşısında ne yapacaklarını bilemiyordu.. Pençeleriyle bir darbe atıp bekliyorlardı.. Ancak yavru hala kaçmayınca kaplanlar vazgeçiyordu.. Biraz buna benzetiyorum bu durumu.. Çok gizlenen, bastırılan, denetlenen, kısıtlanan, yapılandırılan "edebi benliklerden" bir parça gördüklerinde insanların afallaması durumunu..

Ama seviyorum bu hali bazen; hani sırf ters kaçmasın, dışlanmayayım diye sosyal kurallarına uymaya özen göstersem de, bazen satır aralarında, bazen metaforik, bazen de doğrudan yollarla sosyal benlikleri zorluyorum; sonra da karşılarına geçip izliyorum kızaran, utanan ve birbirlerine bile bakamayan o mahcup yüzleri..

Hiç yorum yok: