30 Haziran 2009 Salı

Başkalık




"Don't these talking monkeys know that
Eden has enough to go around..?
Plenty in this holy garden, silly old monkeys,
Where there's one, you're bound to divide it,
Right in two.."


kendimizi severiz.. sevgiliyi severiz.. aileyi severiz.. dostu severiz.. arkadaş grubumuzu severiz.. şirket arkadaşlarımızı severiz.. tuttuğumuz takımın taraftarlarını severiz.. parti yandaşlarımızı severiz.. ülke insanlarını severiz.. hemfikir olduklarımızı severiz.. kendi eksenimizde, yörünge hiyerarşimizi benimseriz.. bize benzemeyeni, bize dahil olmayanı, bizle bir düşünmeyeni yadsırız.. bize uzak duranı kınarız.. bize karşı duranı örseleriz.. bizden olmayanı öldürürüz bile.. kendimizin insanıyız biz.. yansımalarımızı severiz.. aynada gördüğümüzle midemizi okşarız.. kabul etmeyiz.. en iyisini biliriz, en iyisini dinleriz, en iyisini yer, içer, en iyisini konuşuruz.. doğrularımız tektir, doğrularımız gerçektir.. aksini söyleyenleri darağacına mıhlarız.. budur "başkalığa" yanıtımız..

başkalık güvensizliktir.. başkalık bilinmeyendir.. başkalık yeniliktir.. başkalık tehlikedir.. başkalık soğuk bir zemindir.. başkalık cesarettir.. başkalık korkudur.. en çok nelerden korktuk biz..? en çok ne zaman kılavuzsuz hissettik..? bildiğimizden “başkalarını” deneyim etmekten neden hep korktuk..? neden birinin yolu göstermesine ihtiyaç duyduk hep..?

hepsi o lanet “başkalarından” ötürü, değil mi..? çok sevdiğimiz “aynı”nın tam karşısında duran o “alçak şeylerin”..?

tek tek eliyoruz "değersizleri”.. kasamızda çürükler olsun istemiyoruz.. gururla söylüyoruz en iyisini, en doğrusunu yaşadığımızı.. kafasını eziyoruz başkalığın, çeşitliliğin, farklılığın.. çok büyük bizim ayaklarımız, çok büyük yüreklerimiz, en büyük kafalara biz sahibiz.. dünyayı biz bu hale getirdik.. biricik doğrularımız, elit zevklerimiz, çağ atlatan fikirlerimiz, ideal yaşam anlayışlarımız.. ikiliklerimiz.. temellerimiz.. tutarlılığımız.. "iyi-kötü", "güzel-çirkin", "doğru-yanlış" cetvellerimiz.. arasını bilmeyiz hiç.. çoğu kez görmeyiz bile.. değerlerimize inanmayanları dışlarız.. meclisimize sokmayız bir daha..

ezelim zavallıları, üzerlerine binelim..!

işte bunlar sizin değerleriniz.. benden alın, hepsi sizin olsun..


Baş harflerin küçük olmasına takılmadın, umarım..?

29 Haziran 2009 Pazartesi

Shiva ve Shakti




Hiç yoktan aklıma Platon'un yaratılıştaki kadın-erkek ilişkisinden dem vurduğu metaforik anlatımı geldi.. Biraz Tantrik kozmolojisindeki tanrısal çift Shiva ve Shakti'nin kusursuz ve parçalanamaz bütünlüğünü andırır bu benzetme.. Yapışık bir kadın-erkek figüründen söz eder Platon.. Birlikte hareket eden ve üremek için bir başkasına ihtiyaç duymayan androjen bir varlıktan.. Tabii ki Yunan tanrıları bu bağımsız varlığa karşı pek bir acımasız olurlar, onun kimseye ihtiyaç duymayacak kadar bağımsız oluşu saf itaati seven Yunan tanrılarını pek bir rahatsız eder.. Bu androjen varlığı güçsüz kılmak için ikiye bölerler ve böylece kadın-erkek ayrımı ortaya çıkar.. Ve o gün bugündür iki ayrı beden tek beden olmak için coşkuyla kucaklaşmaktadır, bu kucaklaşmanın adı da cinsel birlikteliktir.. İşte bu yolla kadın ve erkek yeniden bağımsız bir canlıya dönüşür, parçalanamaz bir bütünlük inşa eder..

Aslında bu doğrultuda çok eğlenceli başka bir tema daha geldi aklıma.. O da Carl Gustav Jung’un çok sevdiğim "anima" ve "animus" kavramlarıdır.. "Anima" her erkekteki bilinçdışı feminen taraftır ve psikolojideki yankısı büyük olmuştur.. Erkeklerdeki baskın kadınsılık bu kavramla açıklanagelmiştir.. "Animus" da bunun kadınlardaki karşılığıdır.. Bu kavramların en güzel tarafı, "persona" denilen toplum arasındaki kimliğine yön vermek amacıyla erkek çocuğa arabalar alıp, futbol izletmek; kız çocuğa bebekler alıp, onu pembelerle süslemektir.. Ancak çocuk "anima"sını bilinçdışı bir şekilde keşfeder ve "persona"sına katarsa işte ondan sonra otobüs, uçak, bebek, pembe hak getire.. Anima ve animus kavramları da bir noktada bu yaratılıştaki androjen varlığın emareleri olarak görülebilir..

İşte bu yüzdendir hep aklımda androjen varlığın imgeleri vardır söz konusu aşk olunca.. Ve nedense zıt karakterlerin bütünlüğü olarak hayal ederim daha çok.. Yani çiftler birbirine zıt olmalı ve o zıtlık kertesinde bütünlük sağlayabilmeliler.. Shiva’nın potansiyeli, Shakti’nin kinetiği müjdelemesi gibi.. İkilinin halihazırdaki özellikleri hiçbir şey yaratmıyorken zıtlıkların uyumunda evren, yaratılış ortaya çıkıyor.. Tepkimeler oluşuyor, sürekli yeniye dair devinim oluyor..

Tabii ki hala geriye bilinmezlik keyfi kalıyor ki o da ikilinin ayrılığının göstergesi mahiyetinde..

Öyle ya.. Bir insanın karşısındakinin dış yönünü bilip onun gerçek iç dünyasını yatakta birbirlerine dolansalar dahi hiçbir zaman kendi hissiyatıymış gibi deneyim edememesi ne garip..! Sanki hüzünlü bir tekillik bırakıyor peşinde..

Aynı şekilde bir erkeğin bir kadının duyduğu orgazmı, hissettiklerini, bir erkeğin bir hareketinin manevi, bir dokunuşunun maddi anlamda hissettirdiklerini asla bilememesi, ilk elden deneyim edememesi ne garip..!

Aynı şey tat alma, duyma, görme, koklama duyuları için de geçerli.. Tekil, görece ve öznel hepsi..

Bir insanın asla kendisinin dıştan nasıl göründüğünü, uyandırdığı (ilk) intibayı kestirememesi, gülüşünün tesirini, yüzündeki saflığı, ciddiyeti, kendi kendine kestirememesi ne garip..!

Ölesiye tekiliz bilincin ve algının içinde.. Ölesiye bireysel bütün deneyimler.. Bir başkasıyla yan yana dursan bile ölüm kadar sessiz ve bireysel..

Keşke yeniden androjen olsak..

28 Haziran 2009 Pazar

Kristal Zaman

“So you run and you run to catch up with the sun, but it's sinking
Racing around to come up behind you again
The sun is the same in a relative way, but you're older
Shorter of breath and one day closer to death..”

İnsan aklının algıladığı haliyle “zaman” kavramını çok seviyorum.. Böyle hani yıllarla, aylarla, haftalarla, günlerle, saatlerle, dakikalarla, saniyelerle ölçülen halini.. Olmayan halini, insan düzenlemesinin en belirgin örneğidir yıllar, aylar.. Böyle kendimizi düzenlemek için güneşe bakar, yön vermek isteriz akıp giden o şeye.. Dönen dünya, doğan, batan güneşten feyz alırız.. Kendimize yol gösterecek bir zemindir zaman..

Ama düşünsene.. Zaman inanılmaz görecedir.. Aslında öyle saatlerle, dakikalarla ölçmeye gelmez.. Dişlerini geçirdiğinde, çok sevdiği mekanı da yanına çektiğinde hele..

Dostum, ben zamanın çok hızlı aktığı zamanlardan çıkıp güneşin batmak bilmediği yere gittim.. Ve küçücük camları olan bir arabada günlerce, dakikalarca yol kat ettim.. O makinenin içindeki zaman algısı pek bir garipti.. Araçtan inince, o mekanlarda saatlerce bir gelişimi bekledikçe zamanın ne kadar görece olduğuna bir kez daha ilk elden tanıklık ettim.. Senin için bir gündü, dostum, sıradan bir gün.. Üzerine düşünmediğin bir an zaman ekseninde, lakin benim için bir gün demek hayat demekti.. Her gün bir yaşam daha kurtuluyordu o zaman diliminde..

Öte yandan bakıyorum.. Sevdiğim insanlar gitti, geri geliyor şimdi.. İşte senin zaman kavramının dahilinde ben de buyum.. Ben de böyle görüyorum.. Oysa koca bir evren akıyor göz pınarlarından.. Sen de bunu biliyorsun.. Ve sen, dostum, bu görece zamanda, görece mekanında, görece bedeninle her gün bir adım daha ölüme koşuyorsun.. Sevdiğin her şey de seninle birlikte.. Baksana, zaman dedin de, elini tuttuğum ilk kadının yüzünü hatırlayamaz oldum.. Zaman akıp gidiyor, bazen pençelerini aklımın perdelerine geçiriyor.. İç gıcıklayan bir dürtüyle gözlerimin altındaki sertlik kadar genç bakıyorum güneşe..

Kimseden de bekleme, dostum.. Biri sana zamanın geçtiğini, bir şeylerin seni değiştirdiğini, teninin, boyunun, saçının, gözünün, aklının, algının, bilincinin değiştiğini söylemeyecek.. Sadece sen bileceksin.. Hüznünde ve lezzetinde boğula boğula geçmişinin, hıçkıra hıçkıra sokaklarda.. Tüm ışıklar karardığında bile zaman geçiyor, dostum..

İnsan aklının zamanı algılayışı çoğu kez bilinçsiz.. Bu kadar geçmiş mi, ne günlerdi hey, havasındayızdır genelde.. Çünkü zaman bilinci umutsuz kılar bünyeyi.. Gidiyor her bir gün diye.. Hayallerin zaman boşluğunda kavrulduğunu gördükçe..

Umarım gününü gün edersin.. Umarım “yaşamdan çok ölüme yakın”sındır..

27 Haziran 2009 Cumartesi

İstanbul'u Dinliyorum, Gözlerim Kapalı..

İstanbul gibi şehir az bulunur, dostlarım..

Gündüzünde içiyorum İstanbul'un.. Gündüz vakti içme özgürlüğü.. Sırf bu özgürlüğün tadı için bile kederlenir insan..

Martıları uçuyor başımın üstünde.. Seslerini aklıma kazıyorlar.. O kadar güzel ki gündüz vakti İstanbul'da içmek.. Otoriteye karşı durmak gündüz içmek.. Burada gece içilir içki.. Hafta içiyse kesin gece, hafta sonuysa da çok büyük ihtimal.. Lakin gündüzün, güneşin gözünde başlarsanız içmeye bir kanat boyu kadar özgürsünüzdür..

Hele bir de fonda Pink Floyd varsa.. Sevdiğiniz tüm şarkılar sizin yanınızda bir bir yerlerini almışsa.. Kim daha ne ister..? Gözlerim acıyana kadar güneşine bakıyorum, İstanbul.. Özgürlüğün böylesini beraber tadıyoruz..

Kim ne derse desin, ne olursa olsun, terk etmeyeceğim bu şehri.. Yalnızlığında bile güzellik var.. Bana kocaman bir gökyüzü veriyor bu şehir.. Türlü türlü kuşlar.. Güneşi yakıyor karanlığımı..

Gerçekten şairin dediği gibi, ilk kez..

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı..

26 Haziran 2009 Cuma

Werther İçin



“Emily tries but misunderstands, ah ooh
She's often inclined to borrow somebody's dreams till tomorrow
There is no other day
Let's try it another way..”

Esrik ve ışıltılı bir dünyası var aşkın.. Dünyayı yaşamaya değer kılan her şey aşk.. Yüzlerce kez yanılsak da seviyoruz aşık olmayı.. Algının üzerinde oynadığı oyunları, bir anda melodikleşen dünyayı, her yerinde yıldızların olduğu gökyüzünü, bilinçle dalga geçen o halini.. Lunapark gibi sesli ve ışıklı.. Dönen imgelerle dolu aklın yolları.. Böyle mis ıtırlı çiçekleri yeryüzüne bırakarak akisleri kulaklarımızı doldururken aşk.. Verimli olmayı, bol olmayı, taşmayı, bastığın toprağı kucaklamayı beslerken..

Köprü olmayı seviyoruz çünkü.. Dünyalar buluşsun o dönüşsüz akımında iyonların.. Bu yeni dünyaya uzanan dev gözün kollarında ne varsa bizim olsun diye.. Denizler üzerinde sıçraya sıçraya, dalgaların sırtına binerek.. Ardına kartalı alıp uçasın diye..

Emily oynasın diye.. Aklın çöllerindeki vahalarda.. Kartala yaren.. Topraktan korktuğu yerde insan.. En güvenli yerler O’nun kollarıysa.. O’nun varlığı hücrelerinin canlılığına muhtaçsa.. Sırtında ilerleyen bir ter damlası gibi.. Terleyen avuç içleri kadar yalansız ve neşeli..

Dünyanın neşesi aşkta dostlarım..! Beni alın, nereye götürürseniz götürün, aşık olduğum zaman kadar özgür olamam.. Dünyanın en hayat dolu yeri O'nun yanı değilse neresi..?

Peki dostlarım, dinleyin beni.. Düşünün..


Bir insanın sizi sevdiğini, özellikle de ne kadar sevdiğini, ne şekilde sevdiğini ilk elden deneyim edememek ne garip, değil mi..? Her şey Emily'nin sözlerine göre.. O'nun dediklerine inanıyorsun sadece.. Ama ilk elden Emily’nin dünyasını bilemiyorsun.. Affettiğini, ne kadar affettiğini..? Bu çok yalnız bir his değil mi sizce..? Bu histen kurtulmak ve hayatta sahip olmaya çok alıştığımız "netlik" hissiyle yaşamak neredeyse imkansız.. Tahmin ederiz, umarız, varsayarız, zannederiz, ancak asla 4+4 gibi net bir şekilde bilemeyiz.. O yüzden diyorum ya, dostlarım, dünyayı bu kadar heyecanlı hale getiren şey aşk değil de ne..?

Yeşil kıyafetlerin içindeyken, Emily.. Seni sordum dağların ortasında.. Yankılarını duydun mu kalp atışlarımın..?

Bir kayanın üzerine yaslanıyorum..

“Şu anda Sana yalan söyleyemeyeceğim, Seni en çok istediğim, Seni en çok sevdiğim, Sana istediğimi söyleyebileceğim, Sana doğruyu söyleyeceğim, Senden vazgeçemeyeceğim, Sana yalan söylesem de bir çıkar elde edemeyeceğim, Senden kaçamayacağım, yokluğunda kendimi oyalayamayacağım, Senin yerine başkasını koyup sevemeyeceğim, Senden hiçbir çıkar bekleyemeyeceğim, bana asla yardım edemeyeceğin yerdeyim.. Seni seviyorum, çünkü bana katlandın; Seni seviyorum, çünkü beni dinledin; Seni seviyorum, çünkü vücudunu ve ruhunu bana teslim ettin; Seni seviyorum, çünkü beni hep anladın; Seni seviyorum, çünkü beni seviyorsun.. Bir gün, bir yerde, bir zaman diliminde yine bir aşk ekseninde Seni tanıyacak, Seni hayatıma alacak ve olabildiğince seveceğim.. Beni özgür bırak, bana yaşama hakkı tanı, Sana ait olmamda koşulsuzluk arama, kendini ve beni tanı, konuş benimle, iste ve al; isteyip almama izin ver; sözlerimi ve isteklerimi ciddiye al ve Sana en katı, en duygusuz, en sert sözleri söylerken bile Seni sevdiğimi bil ve asla aklından çıkarma.."


“You're the kind of girl that fits in with my world
I'll give you anything
Everything if you want things..”

25 Haziran 2009 Perşembe

Ruhumun Gardiyanlarına

İstanbul kasvetli bugün..

Ve ben kendi kafesimin içindeyim.. Kendi ellerimle süslediğim, yem kabını bir köşesine, su kabını diğer köşesine astığım, boş bakışlarla demirlerini sildiğim, açıklarını ellerimle onardığım, en son da sırtına cila vurduğum gümüş kafesimin..

Saatimin yanı başına koydum kafesimi.. Akreple yelkovan manzarası istedim inatla.. O ritmik sesini duyayım diye kadranın.. Ruhuma üflesin kristal zamanı diye.. Üflesin de var olduğumu bileyim diye.. Nefes aldığımı bileyim diye.. Orada bir yerde, kafesin içinde durmakta olduğumu unutmayayım diye..

İstedim ki tüm bildiğim uzam kafesin içi olsun.. Bana sığınak olsun.. Beni gök kubbeden korusun.. Üzerime kimse, hiçbir şey yığılmasın.. Düşse de bir şey olmasın.. Kafesim beni korusun, bana sahip olsun istedim..

Kendi ellerimle iplerimi boğazıma geçirdim ben.. Kendi diktiğim darağacına asıldım.. Boynumdaki izler, sanma ki, kolyemdendir.. Her gün ölümü boynuma asıyorum ben.. Her gün ölü çiçekler yağıyor üzerime.. Karanlığın en uzun sürdüğü yerde, ben içindeyken zamanın orayı terk ettiği yerdeyim..

Kendi hapishanemdeyim ben.. Ruhumun zindanlarına hapsettiğim benle saatlerce hasbıhâl ettiğim yerdeyim.. Düğmesini açtığında simsiyah olan, kapattığında ruhuma açılan bir lambam var benim.. Yere uzandığında zemini tavan olan bir odam var benim.. Duvarlarında kendini sürekli değiştiren boyamaların olduğu bir hücre.. Kandırmaca ışıkları, fosforlu siyahlıkları olan el fenerim var elimde.. Tam arkamda.. Tam arkamda da yeşil kırları ve gökyüzünü gösteren bir resmim var.. Penceresi yok labirentinin..

Dakikalar, saniyeler hapishane dostlarım benim.. Yuvarlaklar çiziyor, sonsuz bir döngüde, zihnim karanlıkta.. Sahneler yaratıyor oyuncusuz.. Trajedi yaratıyor.. Bilincim, algım, karakterim, ruhum, aklım, duygularım bedenimden ayrılıyor benim.. Her birini elime aldığımda katran akıyor avuçlarımdan..

Kafesimde gümüş demirler var benim.. Aklımın zindanında gümüş kafes.. Saatlerce kendimi paraladığım, ellerimi betonlarına vura vura kanattığım duvarlarım var benim.. Hiç farkında olmadan biteviye kafamı vurduğum.. Vura vura delemediğim.. Yangınları yutan duvarlarım var benim.. Vaveylalarımı dişleyen kafes kemirgenlerim.. Sırtıma yaslandıkça yaslanan, solgun gözlerime göz diken, ayağımdan, kollarımdan, her yerimden çeken cehennem zebanilerim..

Sonunu bilmediğim bir hüzün mevsimi var burada..

Umarım boğulursunuz..

24 Haziran 2009 Çarşamba

Novalis'in Mavi Çiçeği


“It is not a war on drugs, it is a war on personal freedom..”

Kendi koyduğumuz evrensel etiğe uyduğumuz sürece özgür oluruz, der Kant..

Bir ölçüde haklıdır da.. Doğanın yasalarına, şiddetine bıraksaydık kendimizi, bu anlaşmaları yapmasaydık; dinler, tanrılar yaratmasaydık birey düzeyinde düşündüğümüzde hiçbir zaman bugünkü kadar özgür olamazdık.. Bir anlamda evrensel etik dediğimiz ortak belleğe kazınmış ölçütler özgürlüğümüzün “sınırlarını” çizmemize yardımcı oluyor.. Bu da aslında “özgürlük” diye sözünü ettiğimiz şeyin “belirlenmiş” bir kavram olduğuna işaret ediyor.. Halbuki “özgürlüğün” sözlük tanımı “Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu” şeklindedir.. Şimdi bu özgürlük tanımına göre hareket edip edemediğimizi sorgulayalım en öncelikle.. Bize öğretilenle başlayalım.. Lise yıllarımda “senin özgürlüğünün sınırları başkasınınkiyle kesiştiğinde özgürlüğün biter” demişti Felsefe öğretmenim.. Milyonlarca soru işaretiyle ve katı bir durgunlukla yüzüne bakıp kalmıştım..

Gecenin bir vakti yüksek sesli müzik dinleyebilir miyiz..? Hayır.. Bu ülkede yaşayıp askerlik yapmamayı seçebilir miyiz..? Hayır.. Başkasının kız arkadaşına aşık olabilir miyiz..? Hayır.. Sokaklarda çıplak dolaşabilir miyiz..? Hayır.. Devlet kurumlarının içinde içki içebilir miyiz..? Hayır.. Vapurda sigara içebilir miyiz..? Hayır.. Hayır.. Hayır.. Sus..!

Öyle deme, dostum, özgürlük demiştin.. Özgürlüğü tanımladın bana.. Aslında en büyük hatan da bu oldu.. Tanımladın, belirledin, sınırladın umman kadar özgürlüğü.. En sevdiğin tanımlarından birini ölçüp biçip giydirdin ona.. Hemen sınırlarını çizdin, hemen uzayının sınırlarını çizdin ki kendini güvende ve belirli hissedesin.. Bir düşün, “özgürlük” hiç tanımlanabilir mi..? Bir düşün, sen hiç “özgür” oldun mu..? Bir düşün, özgür olmanın verdiği o boşluk, maruziyet, çıplaklık, denetimsizlik ve bilinmezlik hissiyatını tattın mı..? Senin “özgürlük” kavramın “belirlenmiş”, dostum ve sen bunun aksine “tutsaklık” diyorsun.. Bense ikisinin arasında pek bir fark göremiyorum..

Öyleyse senin özgürlük tanımından devam edelim.. Kendi koyduğumuz evrensel etiğe uyduğumuz sürece özgür oluruz.. Şimdi “anlaşmalı özgürlük” halinde de olsak bu yine de hiçbir zaman evrensel etiği eleştirebilme hakkımızı elimizden almaz.. Belki de bir adım daha ileri gidip evrensel etikle kişisel arzuları başarıyla hizalarsak “anlaşmalı özgürlük”te kendimize bir nebze olsun nefes alabilecek bir yer bulabiliriz..

Bu anlamda belki de en temel prensip “başkalarını fiziksel anlamda incitmemek” olur.. Bu prensibin dışında kalan davranışlar ahlak düsturlarıyla değerlendirildiğinde dayatma ve yaptırım niteliği kazanır.. Çıkar/beklenti/vicdan düzeyinde kalanları birer düstur olarak başkalarına dayatmak ve aksi hallerde davrananları darağacına çekmek fikri, inancı veya isteği sorgulanmaya ve kabullenmeyişe açıktır ve maruzdur..

23 Haziran 2009 Salı

Değişim

İnsanlar değişiyor, gözler değişiyor.. Bir orada, bir burada herkes.. Aynı zeminleri kaybettikçe yalnızca insanların değişimlerinin seyrine dalıyorsun.. Aslında zemin değiştirmekle ilgili daha çok, çevrenle, tanıştığın insanlarla, gittiğin yerlerle.. Gördüğüm kadarıyla değişim kaçınılmaz oluyor.. Acaba ben de değiştim mi..?

Artık nasıl görünüyorum dışarıdan..? Değişmiş olsaydım da değişimi fark eder miydim..? Başkalarınınkini fark etmek kadar kolay olur muydu kendi değişimini görebilmek..?

Saçın, kıyafetin, tavrın, duruşun değişmesi değişimin ipuçlarını yakaladığın ilk yer olsa kalanını nasıl belirlersin..? Aynı beynin gelişimi mi, değişimi mi kalanlar..? Ben değiştiysem neden beynimin bundan haberi yok? Değişimi bana söyleyecek kişi benden başkası mı..?

Yıllar önce gördüğüm filmi bugün izlediğimde farklı odak noktaları bulmamı veya bazen daha da ileriye gidip eskisi kadar sevmememi değişime mi bağlayabilirim..?

Beynimdekilerin değiştiğine değil, geliştiğine inanıyorum.. Ama gelişim de bir değişim değil midir..? Gelişerek geldiğin son noktayla çıkış noktan arasındaki fark bir değişim midir..? Düşünceler değişirse insan da değişir mi..?

Acaba tüm bu çevresel etkenlerden kurtulabilsem değişimim durur mu..? Değişim bana bağlı bir şey mi, yoksa tamamen çevrenin tetiklediği bir şey mi..?

İstasyonda görüp konuştuğum bir adamın hayat hakkındaki sözleri beni değiştirebilir mi..? O zaman değişimi o bu başlatmış olur, ben mi..? O başlatırsa bu gelişim sayılır mı..? Peki, bu gelişim sayılırsa özgür bir gelişim midir..? Gelişimimin bir sürü yollarından biri midir yalnızca..? Ve sadece istasyondaki bir adamı görmekle ilgili midir bütün hepsi..? Onu görmesem farklı biri mi olurdum..?

Değişimin karakter üzerinde etkisinin olduğunu düşünürsek tam tersini de düşünmek olanaklı olur mu..?

Karakterim var mı..? Karakter kabının içine neleri doldurabilirim? İyilik, kötülük, hak, kıskançlık, kurnazlık, dürüstlük..?

Kurnaz olan birinin dürüst olma ihtimali var mıdır? Dürüst bir kişi sonradan değişir mi..? Değişim karakteri değiştirir mi..?

Sen kendini aynı sansan da aslında gerçekten değişmiş misindir..?

22 Haziran 2009 Pazartesi

Ateş Dansı

"En tuhaf ve zor sorunlarında bile yaşama ‘Evet’ diyebilmek, en yüksek tiplerin kurban edilmesinde bile, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşam istemi -Dionysosça dediğim şey işte bu.."

Gözler değişmeli, kafa değişmeli.. Eskiden kullandığımız gözlerimizi yerinden çıkarıp kafamızı kökünden koparmayı öğrenmeliyiz.. Düşündüğünde çok zor değil aklın muhteviyatını değiştirmek.. Değerlerle başa çıkmayı öğrenmek gerek önce.. Herkes bunu der, ben bunu derim kertesinde bir başkaldırıdan veya başa çıkma biçiminden bahsetmiyorum.. Derinin altına kazınmış, öğretilmiş, bilinç dışına yerleşmiş değerleri bağlamından söküp onlarla birebir dans etmekten söz ediyorum.. Onları tek tek ayırmaktan, akılla baş başa bırakmaktan söz ediyorum.. Günlerce düşünmekten, tül gibi ardını görene kadar onları seyreltmekten söz ediyorum..

Örneğin "namus" değeri.. Bu değerin bizim toplumumuzun değerler cetvelindeki yeriyle başka bir toplumdaki yerini karşılaştıralım ve "namus" kavramının değişken ve kaygan bir zemin olduğu konusunda hemfikir olalım öncelikle.. Bundan sonra düşüneceğimiz bir sonraki aşama içkinleştirdiğimiz bu namus değerinin doğasını ve bu kavramın ebeliğini yapan toplumsal normları aramak.. Bu normları "özgür" ve "bağımsız" bir us ile değerlendirmeye alalım.. Onları sınayalım.. Gerçekten gerekli veya dayanağı olan normlar mı..? Hayatımızı anlamlı ve yaşanabilir bir hayat, varoluşumuzu arınmış veya esrimiş bir varoluş yapıyor mu..? Sen kendi yanıtını verirsin, ben kendiminkini, bu bölümde son derece "biziz" ve özgürüz.. Bana sorarsan ben "hayır" yanıtını veriyorum.. Namus pahasına insanların üzerine yapıştırılan yaftaları, bu uğurda kurban edilen güzellikleri, hayatları düşündüğümde onun bu toplumun bir silahı olarak görüyorum ve her tür silaha duyduğum karşıtlığı burada da dile getiriyorum..

Bir insan bir başka insanın yaşayışı üzerine kararlar veremez, onun yerine konuşamaz, onun hayatını onun yerine ve onun pahasına yaşayamaz.. Öncelikle buna hakkı olamaz.. "Namus" öznel bir kavram, hemfikir miyiz? Fikir süzgecinden geçirdikten sonra bu kavramın toplumca veya bireyin kendisince belirlenmiş yaptırımlarını uygulamayı seçmek kişinin kendi isteğine ve hür vicdanına bağlıdır.. Bu bağlamda ben bu kavramı, insanların oluşturduğu (burada sorun yok), ancak herkese mal ettiği bu suniliği yakmayı salık veriyorum, hem de acilen..

Duydukların kötü gelebilir, belki de düşüncelerini yansıtmaz, ancak şu var, doğamızda bir başka kadın veya erkekle olma arzusu ve dürtüsü var.. Bunu bir düzene sokmak isteyen korkaklar normu belirliyorlar ve ardından aynı korkuyu taşıyanlar bu normu bir hamlede kucaklıyor.. Bir tür anlaşma gibi, korkudan doğan bir birliktelik gibi.. Yapay ve gerçekdışı.. Bu normun oluşumundan haberdar olmayan bizler doğduğumuz günden itibaren "namus" kavramıyla kamçılanıyoruz, kendi muhakememize alamadan hem de.. Bu ne kadar mekanik ve aşağılayıcı ki.. Bu benim dünyam, dünyamın sınırları çoktan çizilmiş.. Oysa içimdeki dürtüyü her bastırmak istediğimde "namus" kavramımı kendim yaratırım, o vakit "namus"un tanımı benim yaptığım tanım olur ve kavramın temellendirmesi de bana ait olur.. Sadece bana öyle anlatıldığı, öğretildiği için değil, kendim için ve kendi adıma düşünerek eylemime karar veririm.. Korkudan değil, hür irademden ötürü ket vururum ve kendi eylemimin insanı olurum..

İşte özetle bir değerin sorgu filtresinden geçişi, yargılanışı, ele alınışı, gerekiyorsa yıkılışı ve yeniden yaratılışı süreci bunları kapsıyor benim düşünümde.. Evet, dostum, yeni bir göz, yeni bir kafa mümkün..

21 Haziran 2009 Pazar

Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi


"Sen en iyi çobandın, çünkü hiç koyunun olmadı.."

Açıkçası ben doğadaki gerçeklik, denge veya tutarlılık gibi ,"insan eli değmemiş" yerlerde nesnel bir gerçeklik ve onun yatak olabileceği bir tutarlılık arıyorum.. İnsan varsa, insanın kontrolündeyse her şey değişken ve değişkenliği ölçüsünde öznel.. O yüzden kişinin akılsallık ile keşfettiği kendi "öznel" tutarlılığının üzerinde durabilecek bir nesnellik görmüyorum (tabii ki konumuz insan kontrolünün olduğu mizansenleri kapsıyor).. O anlamda cımbızımla seçiyorum.. Kökünün genele mi, özele mi gittiğine bakmaksızın çekiyorum değerlerimi bir bir.. Yanıldığımda da yanıldığımı görerek, savunma yapma ihtiyacı duymadan yaşıyorum..

Genel "yargı" (nesnel veya öznel olamayan) şartlardaki değişikliği göz ardı eder.. "Tutarlı" bir bireyden beklenen birden fazla şartta aynı yargılarla gelebilmesidir.. Monarşi gibi, din gibi.. Bir filmde görmüştüm, "Bir hırsız sizden bir şey çaldığında siz gidip çaldığı şeyi ondan geri alırsanız bu sizi de hırsız yapar mı?" diye bir soru sorulmuştu.. Geleneksel anlamda ahlaki bir yanıt "evet" olurdu pek muhtemelen, ancak ben "hayır" derdim.. Monarşiyi yıkmak isteyen bireylerin bastırılmış hakları gelir hep aklıma bu soruda.. Koşulluluğa yer var mıdır ki kesinlikte?

Ben tüm kesinlikleri askıya astım, dolaba kaldırdım, sonu belli olmayan bir yaz mevsiminde gibiyim.. Aslında içinde olduğum durum bir nevi modernizm öncesindeki ve modernizm sonrasındaki insan karmaşasına benzer.. Ancak ben biraz daha şanslıyım.. Post-modernist dönemin doğuşundan daha fazlasını görebildim.. En güzeli de ne biliyor musun? Değerleri de daha net görebildim.. Bilinçli veya bilinçdışı öyle değerler yapışmış ki dünyanın kendiliğindeliğine.. Boş bir levha, boş bir kağıt gibi düşün.. O yuvarlağa bak uzaktan.. Her bir yanına, çevresine değerler yapıştırılmış ve o değerler zamanla öyle bir hal almış ki.. İnsanlar önce değerlerini belirlemişler, sonra onları kendilerinin yarattığını unutmuşlar, şimdi de öyle ki bu değerler, hep vardı, doğruydu sanki.. Biz sadece bu belirlenmişliğin içine doğduk.. Bize yalnızca bu değerleri kabul etmek bırakıldı, zira onlar o kadar "değer"li ki..

İşte öyle bir noktadayım ki.. Bakıyorum.. Değerleri ayırmaya başlıyorum, gözümün önünde parça parça ayrılıyorlar, hepsi düşüyor bir bir yerlerinden.. Şimdi o dünyayı düşün yine, çevresinde havada, boşlukta süzülen bir sürü değer var.. Hepsi insan ürünü.. Hepsi bizim yaratılarımız.. Ama öyle engellemişler ki bizi.. Belli bir sınırın üzerine yürüdüğümüzde o değerlerin bedenimizdeki yansımaları bir iç veya dış ses olarak kösteklemiş bizi.. Hep durmuşuz.. O biricik değerler için..

Ben artık onlardan kurtulmak, onları ateşe vermek istiyorum.. Yıkmak istiyorum, evet canları acıyacak, benim de acıyacak, ne de olsa anılarımda hep onlar var.. Ama ben onlarsız yaşayabileceğimi gördüm.. Kendi değerlerimi yaratıyorum artık.. Ben kendimi yaşamak istiyorum.. Yaşatılmak değil.. Yeter buraya kadar.. Yaşatıldım.. Artık görüyorum ve kendi şimşeğimi sürmek istiyorum.. Artık kendi bulutlarıma yağmur olmak istiyorum.. Bu süreç acılı, sancılı olacak.. Hatalar, sil baştanlar olacak.. Ama o özde kendime ait olacağım.. Tamamen bana ait olacak her şeyim.. İster misin? Bunun için savaşır mısın? Eski dostlarını öldürmeye hazır mısın? Duvarları sen de görüyorsun artik, onları yıkmaya hazır mısın..? Salt kendin kokmaya hazır mısın..?

20 Haziran 2009 Cumartesi

Yaşam ve Sisifos


Erekleri içgüdüsel olmayan bir varlık olarak insan olmanın tuhaf bir yanı var.. Camus’nün de sıklıkla sözünü ettiği Sisifos benzetmesi gibi.. Tanrılar tarafından sırtındaki kayayı bir dağın zirvesine taşımakla cezalandırılan Sisifos günün sonunda tam zirveye ulaşacakken kayanın tekrar başladığı yere yuvarlanmasına bir şey yapamıyordu ve Sisifos'un her günü, her sabahı olacakları önceden bilmesi gerçeğiyle başlıyordu.. İnsanlığın kaderini tanımlamak için kuvvetli bir metafor kanımca.. Camus en çok Sisifos'un kayayı günün sonunda aşağı geri düşeceğini bildiği halde yukarı iterken yolda neler düşündüğüyle ilgilenirmiş.. Belki bizim tüm bu konuşmalarımız veya varmaya çalıştığımız yer, çabalar ve de “bile bile” yapmaya devam etmelerimiz bu betimlemeyi haklı gösterebilir.. Sonu yok, ancak arıyoruz, tatmin olunan noktada sıkılıyoruz, yeni arayışlara giriyoruz.. Dokunmak gibi.. Aslında hücreler birbirine değmiyor, ancak bir akım var, işte biz de böyleyiz.. Eğer tam dokunursak ''o'' oluruz zaten.. Önemli olan yaklaşmanın hissiyatı, o süreç.. Köprü olmak..



Peki neden eden bu fasit daire, kesif acı..? Amacımız nedir onu çözemiyoruz, araçlara sayısız örnek verebiliriz.. İnsanların hayatlarını idame ettirmek için yaptıkları seçimlerin hepsi birer araç olabilir.. Amaç ne olabilir peki..?

Schopenhauer yaşam temelinde acıdır, der sürekli.. Amacı da genelde mutluluk diye tanımlar.. Sezgisel anlamda anlık hissedilen coşku durumu, ancak sanki ileriye ve yararlı ve belki de ''güçlü'' olana doğru bir yöneltiş sanki mutluluk.. Bireyi başarıya doğru tutup çeken bir ara geçiş, bir ödül gibi..

Açıkçası ben mutluluğu bu tahtından indirdim.. Mutluluk veya mutsuzluk darbe gibi.. “Masa örtüsü” yapamayız onlardan.. Belki hoşnutluk.. Mutluluk kadar hasis değil.. Olduğun şeyden, olmaya çalıştığından hoşnut olursun mesela, bu bir gaye olabilir.. Hoşnutluğu korumak için uğraşabilirsin.. O hoşnutluk kişinin özünde ikamet ediyorsa, o özü korumak isteyebilirsin ki yaşamı bitirirken de hoşnut bitirebilesin.. Kendi başarı tanımımın yolunda mutluluk ödül olur mu? Sanmıyorum, doğumlar sancısız olmaz, ancak tıpkı bir anne gibi en nihayetinde "hoşnutluğu" korumak gerekir..

18 Haziran 2009 Perşembe

Yargılar ve Kategoriler




''Algının kapıları temizlenseydi insana
her şey olduğu gibi görünürdü, sonsuz
çünkü insan kapatmıştır kendini,
ta ki her şeyi mağarasındaki dar çatlaklarından görene dek..''


Yargı ve kategorilere ayırma.. Yargı ve hayatı büsbütün kolaylaştıran, ivedi karar almaya olanak veren kategorilere ayırma yetisi gündelik hayatta iletişimi zorlayan, felç eden bir gerekçe olarak duruyor karşımda.. Yargılar, öznel olanlardan söz ediyorum, dayandığı temeli akıldan aldığında kişinin duruşunu ele verebilir, aynı şekilde norm biçiminde sunulan yargıları içkinleştirmiş bireyin duruşu da gayet açık olur.. Hangisi iyi-kötü yargısı bana ait olmazdı herhalde.. Ancak kendi öznelliğimi önüme koyduğumda en azından içine oturtulduğum çerçeveyi süsleyen ve ben doğmadan hazırlanmış normları ve onların doğurttuğu yargıları reddedecek kadar tekil ve korkusuz olmayı seçiyorum..

Çağımın şu vaktinde iletişim beklentiler ve bunun tatmini üzerinden gerçekleşiyor, ancak şu var, iletişim tanımım, yine öznel olmakla birlikte, başkalığı kucaklamaya hazır olduğundan beklentiyle yaklaşmadan, kısa yollar aramadan sarp bir erek üzerinde yol alıyor.. Zaten bir bireyin vardığı yargıların kendi başına anlamsız kalmaya mahkum olacağını düşünüyorum.. İşte o noktada iletişim devreye girecektir.. O vakit parçalar başkalıklarını kaybetmeyecek, sadece çeşidin uyumunu göreceğiz ve bundan hoşnut olacağız.. Büyük bir yapboz içindeki küçük ve uyumlu parçalar.. Girinti-çıkıntı noktalarındaki iletişimsel ağ.. Tek ve büyük bir resim içindeki uyumlu renkler, hepsini birbirine topladığında ''küçük'' olanlar anlamlı,''büyük'' olan bütün..

Öte yandan yargılar da hiç olmasaydı belki bir karar almak mümkün olmayacaktı hiç bir konuda, ancak sınırı zorladığında ise çok büyük yanılgılara neden olduğuna şahit oldum.. Belki de sebep hızdaydı.. Çözümün de denge olduğu açık o zaman.. Bu bir nevi temel hareket noktası gibi.. Bir orta nokta, ılımlı yaklaşım.. Bir kum saati gibi.. Doygunluğa vardığı zaman geri çevirmek gerekir.. Devinimi sağlamak için.. Ama bu da bir dengedir işin özünde.. Zamanı dolunca harekete geçmek.. Ama dolana kadar da sabırla beklemek.. Bir toplumun devrime gidişi gibi.. Yıkmak için zamanı geldiğinde sınırları zorlayabilirsin.. Ömrünü tamamlamıştır çünkü o yargı.. Tabii ki bu uğurda vaktinden önce veya ölü doğumlar da olabilir, ancak doğada yaratmak için kaynak bol.. Bazen aklın şaşaladığı bir an gelebiliyor, o vakit dengeyi doğada aramak bir zemin olabilir..

Özetle, iletişimin yeri ve önemi çok büyük.. Yoksa kendi zihnimizin duvarlarını aşamayız.. İletişerek eklemek, çoğalarak büyümek daha iyi.. Hızlı ve tekil bir büyüme sonrasında balon kadar hassas olabilir birey.. Ufak bir hamle tüm dolgunluğu alabilir..

17 Haziran 2009 Çarşamba

Büyükşehir Keşmekeşi


Günümüz dünyasının bu denli farklılaşmaya gitmesinin ardında yatanın bilgiye rahatlıkla ulaşılabilmesi olduğunu düşünüyorum.. Sayısız kitap, İnternet, birçok kültüre yaklaşmayı rahatlaştıran seyahat kolaylığı ve ucuzluğu insanların temel ve merkezi düşünce biçimlerini parçalara ayırıp bütünü kavramaya uğraşmak yerine bireysel ayrıntılardan daha çok keyif almasına, çoğu zaman onlara takılıp kalmasına neden oldu.. Bu da iletişimin kalitesinin bozulmasına, hatta seyrelmesine yol açtı.. İnsanlar her ne kadar başkalığa açık olduklarını iddia etseler de en çok da kendilerinin de vakıf oldukları konulardan konuşmayı severler.. Aslında konuşma fırsatlarını arayıp buldukları zamanlar da hep bu zamanlardır.. Bu gibi fırsatları bulmakta güçlük çeken insanlar ya kendileriyle neredeyse birebir aynı yaşamı idame ettiren insanları seçiyorlar ya da zorunlu muhabbetler dışında olabildiğince içedönük ve yalnız kalmayı tercih ediyorlar..

İstanbul tüm bu senaryo için ideal bir sahne.. Bu küçük gözlemi destekleyecek sayısız örnek bulabiliyorsun.. Daha küçük yerleşim alanlarında bilgiye ulaşma yollarının daha kısıtlı ve merkezi olduğunu müşahede ettim.. Böylelikle ortaklıklar çoğalıyor, bilgi katlanarak (dağılarak değil) büyüyor ve iletişim seviyesi üst seviyede olabiliyor..

Öte yandan büyükşehir keşmekeşinde hayat olabildiğine basit, birkaç sözcüğe sığdırılabilecek nitelikte.. İnsanlar artık sadece mutlu olmayı arıyor.. Her şey bir anlık eğlence için yapılabiliyor.. Hayat çoğu kez sadece buna endeksli..

Bazen birden fazla insanın bağdaş kurup oturduğunu ve hep bir ağızdan konuştuğunu düşündüğün oluyor mu, sevgili okurum?

İnsanlar bu şehirde iki kişiye yetecek koca bir hiçlik ile geziyorlar.. Çoğu artık uğraşmıyor, düşünmüyor, dinlemiyor ve işin en acı tarafı da duymuyor bile!

Eğer bir insanın hayattan tek beklentisi mutluluk ise o her şeyini sonsuza dek kaybetmiştir.. Mutluluk basittir ve zaman zamandır..

İlkel bir kabile yemek ve hayatta kalabilmek için yaşar.. Gün bitiminde hala nefes alabilirler ve karınları doyuyor ise bu mutluluktur onlar için.. Böyle bir şeyin tadını unutalı ne kadar zaman oldu dersin?

16 Haziran 2009 Salı

Sanal Evrim


Sanırım insanın evrimi durdu veya başka bir forma büründü.. Durdu, demek bir dizi düşünce silsilesini yadsımak olurdu elbet, ancak insanın, doğasının dışında bir yere doğru gittiğini öngörmek pek de yersiz bir düşünce olmazdı..

Spinoza'nın da bahsettiği gibi doğa kuralları bizim sınırlarımızı belirliyordu ve tanrısal olanın emareleriydi, ifadesiydi bir anlamda.. Ancak on beş yaşında, doğanın bu kurallarına uygun yaşayan bir gencin telefon, bilgisayar, televizyon, makyaj, lazerler vb. gibi doğanın özünden bağımsız gelişen ve gündelik hayatta hâkimiyet kuran sayısız olguya karşı direnci kalmamıştı.. Artık doğasının dışında, onun için açılan tüm diğer kapılardan farklı yollarda yürüyebilme olasılığı vardı..

Toplumun normları, medeniyetin varlığı düşünme, hissetme ve algılama biçimlerini baskın bir şekilde değiştiriyordu.. Şöyle düşünürsek, artık büyük betonların, alıcıların, vericilerin, arabaların, bilgisayarların oluşturduğu bu yeni düzende insan doğa diye tabir ettiğimiz gerçeklik olgusundan kopuk bir yaşam idame ettirmeye başlamıştı.. Tamamen farklı ve sanal/elektronik/mekanik yeni düzende evrimenin başka bir form kazanması pek de şaşırtıcı olmazdı..

Düşünüyorum, kırlarda bu yaşa kadar yetişmiş bir benle bu suni dünyada gelişmiş ben arasında ne gibi (şu aşamada yalnızca) fiziksel farklar olurdu..? Sanırım tüm bu sorgulamaya en iyi yanıt bu olurdu.. İkizleri böyle bir deneye tabi tutmak çok mu acımazlık olurdu..?

Söyle, bana okurum, gündelik hayatında doğanın kuralları diye bilinen kuralların kaçına rastlıyorsun..?

15 Haziran 2009 Pazartesi

Önsöz


Her şey yaratma isteğiyle başladı..

"Gündeliğe Övgü" nedir?

Blogu adlandırma aşamasında “Bilince Övgü”, “Algıya Övgü” ve “Gündeliğe Övgü” seçeneklerinden biri üzerinde karar kılmaya çabalıyordum.. Aslında seçimi güçleştiren durum blog muhteviyatının temel anlamda bilinç, algı ve gündelik hayatın her birini de kapsayacak nitelikte olacağıydı.. Bu anlamda senden Gündeliğe Övgü’yü, nam-ı diğerleriyle beraber anmanı isteyeceğim sevgili okurum..

“Gündeliğe Övgü”, aslında adı itibariyle 'terrestrial-celestial' (karasal/dünyevi-göksel) zıtlığına da atıfta bulunmaktadır.. Başka bir deyişle, gökselliğe karşı dünyeviliği sunmakta, savunmaktadır.. Bu anlamda eleştirel bir tabiatı müjdelemektedir..

İlerleyen günlerde blogu okurken izlemesi, bir hamlede hazmedilmesi güç içeriklerle karşılaşman çok olasıdır.. Ancak yılmadığın sürece birlikte bilinç, algı ve gündelik hayata dair derin bir içgörü yaratacağız.. Tüm gayem ve çabam bu yönde olacaktır..

Tekrar hoş geldin, okurum.. Tekrar hoş buldum..